22 Mart 2009 Pazar

Başlangıç İçin Kişisel Bir Mesele Olarak Post-Rock



Mogwai bana göre en iyi albümü olan come on die young albümünü çıkardığında seneler bindokuzyüzdoksandokuzu gösteriyormuş. –muş diye anlatıyorum çünkü benim ne haberim vardı ne de haberim olsa alakam olacaktı. Sene ikibindördü gösterirken farkına vardığım ve müzikal beğeni-düşünce-orjin ile yanına tire koyarak yazılacak bir dolu dinamiğimi değiştiren bu grup bana göre en iyi albümünü çıkarırken, ben bundan bihaberdim. Bunu neden düşünüyorum ve söyleme gereği duyuyorum ki…--


[Bir şeyleri anlatmak, anlatmaktan ziyade var olan anlatım biçimlerinden farklı bir yolu bulmak, izlemek, yaratmak ve hakimi olmak kişisel olarak yazındaki akıl yolum. Edebiyat basit bir düşüncenin sonsuz farklı açıdan anlatılabileceğinin irasyonel olarak ispat edilebildiği yer. Bu yüzden beni içine çeken yegane alan. Kelimelerin insanı basit bir metin içinde hapsedebileceği kadar, doğru kullanıldığında içerdiği o büyülü dokunuş ile akla gelemeyecek alanlara götürebildiği bir gerçek. Şimdi sanki büyük bir buluş yapıyormuşcasına edebiyatın anlamını ve değerini anlatmak çok gereksiz hatta yersiz. Oysa buradan çıkmak istediğim başka bir yol var. Bu işte edebiyatın anlatmak için yetersiz kaldığı bir yer. Edebiyat yetersiz olamaz! Metin yetersiz olamaz! Her şeyi o veya bu şekilde cümlelere dökebilirsin! Tamam tamam kafamdaki sesleri de bastırmam gerekli kabul ediyorum.]


bindokuzyüzdoksandokuz yılında neler düşünüyordum hatırlamıyorum. Eminim o zaman için değerli ve mühim şeylerdir. O zamana ait bir dünyada eşleştiği formlar, üzerinden yansıttığım sanatsal ve fiziksel anlatı biçimleri de vardır. Oysa anlatamadığım şeyleri hissedebilmeyi ben ikibindört senesinde fark ettim. Glasgow’lu bir grup yaptıkları müzikte içimde bir türlü kelimeleşmeyen ve hiçbir zaman da bu mutasyonu tamamlamayacak duyguları sözleri olmayan ezgilerinde ortaya çıkarıyordu. Bu keşif beni gitgide zehirlemeye başladı. Bu zehir içimde köpürdükçe eşleştiği halet-i ruhiyeler kelimelere yüz göstermeye başladı. Hayata, var olmaya yüz göstermeye başladı. Bu müziğin şablonu, simetrisi ve nota dizimiyle hiçbir işim yok. Olmadı ve hiçbir zaman da olmayacak. Sadece bir kapı gösterdi bana bu müzik. Bu kapıyı bulanlar için anlamlı, bulamayan ve bulmakla işi olmayanlar için anlamsız bir kapı. Zihnin akış mekaniğini bulunduğum fiziksel ortama yansıtabilmeme yarayan bu alan kategorisel adıyla Post-Rock.


Sonrasında dinlediğim ve kelimelerle anlamları sabitlenmiş diğer müzikal formların hayatımdaki varlığı tabi ki devam etti. Öte yandan Mogwai ve peşi sıra hayatıma giren GSYBE’nin kendimi uzaklaştırdığım zihinsel alanlarda yarattığı etki diğerlerinden çok farklıydı. Yazma edimi için büyük bir etken maddeydi. Belki büyük yazarların klasik müzik tutkusuna paralel bir şekilde benim gibi küçük yazarların zehri de işte buydu. Bu zehir karanlık bir alanı işaret ediyor. İnişli çıkışlı halleriyle travmatik hallerin hem habercisi hem de yol göstericisi oluyordu. Büyük bir kalabalığın içerisinde konuşarak anlatamayacağım, yazarak hissettiremeyeceğim onca şeyi bir ruh gibi sarıyor. Sardıkça uzaklaştırıyor. Uzaklaştırdıkça yoğunlaştırıyor. Yoğunlaştırdıkça hissettiriyordu.


Bakın yine anlatamadım aslında. Anlatamadım ama bu sefer ısrarcı olmaya niyetliyim. Ben ve diğer homurdanan zihinler kendimize ait müzikle alaşım haline gelen bir şeyleri anlatmak için Marxist Clubber’da yola çıkıyoruz. Ne kadar sürecek ve nereye gidecek hiçbirimiz bilmiyoruz. Ben kendime düşen payımda keşfettiklerimi, hissettiklerimi anlatmak için çabalayacağım. Bazen zihin akışı, bazen kurgu, bazen gerçeküstü, bazen öfkeli, bazen hüzünlü olacak bu çaba. Post-Rock sadece beni bu kapıdan geçiren katalizör. Post-Rock sadece bir kelime. Oysa bu kategorik kelime sınırlaması doğru değil. Bu sadece rock müziğin geldiği bir evrenin etiketlemesi. Farklı bir çok grubun ve farklı bir çok şarkının yarattığı etki kronolojik bir işaretten çok daha fazlası. Ben burada önce bunun manasını değiştirmekle uğraşacağım. Sonrası…--

21 Mart 2009 Cumartesi

This is your captain speaking




Uçaklarda havalandıktan bir süre sonra bir ses gelir hoparlörlerden, hızlıca ve boğuk bir sesle konuşur genellikle. Herkese iyi günler, iyi geceler falan diler, hemen ardından kaptanınız konuşuyor diye ekler. This is your captain speaking. Ardından uçağın hangi rotayla, hangi altitude'de uçacağını falan anlatır. "Uçmak"la ilgili olan birisi için güzel detaylar. Ben uçaktan korkmuyorum ama kapalı alanı ve sigara yasağı yüzünden beni çok geriyor. Koltukları genelde rahatsız oluyor -Business uçmanın da bi' alemi yok neticede. O yüzden pek sevdiğim söylenemez uçak yolculuklarını. Servis yapılırken alkol olarak ne varsa ona yazılırım direk, o gerginliğimi alması için.

This is your captain speaking'in benim "uçuş" tecrübelerimle tek alakası bu değil tabii. Bu isimde bir de grup var, Avustralyalılar, post-rock icra ediyorlar falan. Grubun ilk albümü Storyboard'u Sakallis'in evindeyken dinlemiştim ilk defa. Pek hoşlaşmış değildim aslında, bir de ismine takmıştım. "Bu post-rock grupları niye böyle abuk-subuk isimler koyuyorlar gruplarına" demiştim hatta Sakallis'e ve Mütereddit Tedirgin'e. Onlar da beni kınamışlardı yanlış hatırlamıyorsam! Neyse.

Gel zaman git zaman, pek yakın bir tarihte -birkaç ay önce- This is your captain speaking (TIYCS) yeni albümlerini çıkardı: Eternal Return. Nietzsche felsefesinin pek duyulmuş bir kavramı, Ebedi Dönüş. Bu yeni albümü dinleyince, TIYCS hakkındaki fikirlerimde çok ciddi bir değişim yaşandığını söylemek yerinde olacak. İlk albümdeki tarz bana pek yavan ve oturmamış gelmişti, sıradan bir "post-rock" klişesi olduğunu düşünmüştüm müziğin ve grubun. Ancak, ikinci albüm bu teşhisimi tam olarak delip geçti. Bu sefer çok daha oturmuş, çok daha kendinden emin ve ne yaptığını bilen bir grup var karşımızda. Beni özellikle dağıtan ve zihnimde bir yerlerde o boğuk sesli pilotun "This is your captain speaking" lafını duymama yol açan parça ise, albümün sonundaki Part 2 oldu.

Godspeed You! Black Emperor'a getirmek istiyorum lafı. Yanqui U.X.O. isimli son albümlerinden beri etrafta "işte GY!BE soundunu canlandırıyorlar" şeklinde dönen geyiklere hevesle saldırmış birisi olarak her defasında hüsranla ayrılınca o "ses"in (sound'un) asla geri gelmeyeceğini düşünmeye başlamıştım. Ta ki Part 2'yu dinleyene kadar. İlk kez bu parçada, o sesi yeniden hissettim ve bu grubu sevmem için yeterli bir sebep oldu.

Şimdi okuyanlar, TIYCS'in apartma, aşırma, esinlenme yaptığını ve özgün olmadığını söyleyebilirler. Hayır, ben tersini düşünüyorum -tabii ki kendi öznelliğim aracılığıyla. GY!BE'nin sesi, zaten ortada olan ve orada bir yerlerde saklanmış olan sestir, onların yaptıkları onu bulmak ve açığa çıkarmak, tıpkı kavram yaratmak gibi, kendi içkinlik düzlemlerinde -bunu müzikal evrenin sessel içkinlik düzlemi olarak okuyalım- varolan sesi bulmak suretiyle onu yaratmak, ortaya çıkarmak ve performe etmek. TIYCS'in yaptığı bu yüzden bana o kadar yakın geldi. Bir ses dolanıyor çünkü oralarda bir yerlerde, bazen bir kelimenin ya da bir kavramın dolandığı gibi. Kelimeleri yakalamak ya da onları yaratmak bazen o kadar zor oluyor ki, o anda biz başka duyularımıza ihtiyaç duyuyoruz. Okumak yerine dinlemeye başlıyoruz mesela. Duyma yetimiz yorulduğunda izlemeye başlamak gibi. Bu türden geçişler gerçekleşiyor sanki -bana böyle geliyor evet, tekrar diyecek olursam kendi öznelliğimden bahsediyorum.

Neticede, TIYCS, o varolan ve kaybolmuş sesin tekrar bulunmasına yardım etmiştir, bilemiyorum, belki bizzat kendisi bana geri getirmiştir. Bunu duyumsadığım andan itibaren elim sağda solda bir yerlerde keşke olsaydı dediğim bir gitar arıyor, bulamıyor. Bu sanki toplu yapılan bir keşif gibi, ne kadar derine gideceği belirsiz -belki de arzın merkezine kadar-, bu yolculukta keşif grubunun en arkasında durup vakanüvislik yapmak ne kadar can acıtıcı.

Ulus Baker gibi bitireyim. Bunu hissedebiliyor musunuz?

19 Mart 2009 Perşembe

Pazar günü lanetini bertaraf etme girişimleri NO:1


UYARI: “Bu yazı müzikle ilgili değil,” diyenler Sakallis ile iletişim kursunlar.

Pazar günlerini sevmek için neredeyse hiçbir neden yoktur. Günler hepinizin bildiği gibi ardılları olan güne göre değer kazanırlar. Pazar, Pazartesi lanetinin soluğunu ensesinde hisseden gariban ve çoğunlukla sevilmeyen bir gündür. Hele çocukluğunuzu gözlerinizin önüne getirin şöyle bir; Sabah yapılan kendince şatafatlı kahvaltı, akşam üstü nereye gitsek telaşı, radyoda maç sonuçları, annenin bitmeyen “ödevini yaptın mı, ne zaman yıkanacaksın?” sorgusu ve akşam 8’de TRT1’de, Türkiye’nin ekranında Bizimkiler’in unutulmaz müziği: dıı dırıt dırı dııı – dıı dı dırı nıııı...

Pek hazzetmediğim Tezer Özlü’nün, Çocukluğun Soğuk Geceleri’nde gevelediği, metnin en iyi yerlerinden biridir yukarda verdiğim genel Pazar laneti tanımı varyeteleri. Pazar gününü olabilecek en soğuk şekilde anlatır Tezer Özlü, ama fazla bir çaba harcamasına da gerek yoktur aslında, zira rezil Pazar gününe dair zihnimizde o kadar çok kişisel tortu bulunmaktadır ki hali hazırda, ekstra bir çabaya gerek olmadan eksikleri tamamlar, fazlalıkları törpüler ve kendi lanet olası Pazar günümüzü zihnimizde kısa bir süre içinde, hatta kimi zaman yazardan bile daha iyi bir şekilde inşa ederiz.

Pazar günü lanet bir gün, şu ana kadar bunda hem fikiriz. Ama lanet Pazar gününün lanetliğini distile ederek daha rafine, daha katlanılabilir bir Pazar günü nasıl elde edebiliriz? Bu sorunun cevabı somurtmuş suratlarımızla Pazar gününü sabahtan akşama kat ederken bize çok yardımcı olabilir.

Ne yapabiliriz devasa Pazar gününden kurtulmak için? Günün boşluğu, kendine has salaşlığı içinde başımızı ağrıtacak düşüncelere, duygulara, hatıralara gark olmadan nasıl fazla hasar almadan 00.00’da Pazartesi’ye ulaşabiliriz?

Birkaç kalemden oluşan bir ekipmana ihtiyacımız olduğu kesin. Alet çantamızı doldurmanın vaktidir:

(1) Rahatça uzanabileceğimiz bir koltuk.
(2) Bir kitap.
(3) Bir MP3 player.

Bence bunlar Pazar gününün lanetinden kurtulma kitinde yer alması gereken 3 temel araçtır. Kitap, kutsal bir metne, koltuk zırha ve MP3 player’daki her bir parça ise karşılaştığı vapirlerin kalplerine kazık saplamak için bir saniye bile tereddüt etmeyen vampir avcısı Helsing’in en önemli silahına tekabül etmektedir.

Doldurduğumuz alet çantamızın içindekileri sırasıyla teker teker deşifre edelim. Onları basit birer tanım olmaktan kurtaralım. İzninizle:

(1) Rahatça uzanabileceğimiz bir koltuk.

Valla bu koltuk bence hava kapalıysa –ki evet, bakıyorum şu an ve kapalı- perdeler açılmalı ve de koltuğun jeopolitik konumu değiştirilerek pencereye olabildiğince yaklaştırılmalı. Böylelikle kitaptan ara ara gözlerinizi ayırdığınızda kesinlikle tepenize dikilen koyu renkli ve güzelliğini bu koyu renkten alan gökkubbeye dikebilesiniz.

(2) Bir kitap.

Da hangi kitap? Kitap dediğin zorlu olmalı, böyle çetrefilli bir şey! Çetrefilli ama çeviri olmayan bir şey. Yani çeviri de olabilir ama ben Pazar günü için, akşam yemeğine kadar Türkçe yazılmış bir çetrefilli kitabı aperatif olarak almak, sonra da yemek yiyememek istiyorum. O nedenle Vüs’at O. Bener’in Buzul Çağının Virüsü benim için bir yeniden okuma olduğu halde tek tabanca. Alternatifi yok, tabii benim için.

(3) Bir MP3 player.

Ünlü Alman filozof ve kasap Hegel’in de, “Dicht zuffen morchein playerzeit ficht Mpdray playerinch” [1] başlıklı makalesinde belirttiği üzere: “Minton marka dahi olsa bir MP3 player hayat kurtarır. Önemli olan tek şey play tuşuna bastığınızda ileriyi gösteren okun ruhunuzun önünü kesen karaltıları yarıp dağıtarak açabilmesidir.” Şahsen ben tırışkadan olma, Minton’dan doğma Mp3 player’ımla çok mutluyum. Zaten keramet onda değil, onun muhteviyatının ne olduğunda! Fazla uzun olmayan bir liste benimkisi. Özellikle spesifik bir liste yaptım. İki adet ve birbiriyle antagonist çalışan albümler tercih ettim. Müzik türlerinin de, haleti ruhiyelerinin de hiçbir alakası yok. Evrenin sağına soluna dağılan milyarlarca ses dalgası arasında yer alan ve muhtemelen uzay boşluğunda dahi karşılaşmayan notalardan oluşan iki albüm!

a- Van Morrison’dan tüm sevenler için: Astral Weeks.

b- E.S.T’den, bu kez de düşünmekten hipotalamusu zedelenenlere: Seven Days Of Falling .

[Şimdi sıra kulağınızda. Albümleri arka arkaya, parça sırasını bozmadan çalınız. Yukarda gördüğünüz sadeleşme işlemi gerçekleşecektir listenin sonuna vardığınızda.]

Bir hafta yedi gündür. Öyle öğrettiler bize. Tamam işte, Pazar gününün gidişatı belli ediyor ki bu hafta hayır etmeyeceğim. Belki siz de etmeyeceksiniz. O vakit, Astral Week sonucunda yer yüzüne er geç ineceksiniz. Üstelik öyle rahat bir iniş olamayacak yaptığınız. Ya da yapmaya mecbur bırakıldığınız mı demeliydim? İniş değil, düşüş olacak. Eh, makalende belirttiğin ontolojik ve diyalektik ilkelere uyan benimkinden ala bir play list mi olur Hegel? Makalede ne dediysen yaptım açıkçası. Yaptım, yaptım da ortada küvet dışında potansiyel hiçbir su birikintisi yokken, ki küveti doldurmadığım da düşünülürse, ben neden 90 küsür dakika ve 217 sayfa sonunda skuba diving yapıyorum, biri bana açıklasın?

Not:

[1] W.F.G.H Hegel, Dicht zuffen morchein playerzeit ficht Mpdrai playerinch, Hamburger SV Verlag, Hamburger 1910, s.234-266.

8 Mart 2009 Pazar

BASIC INFO


Title: Music is a device and devices are everything
Artist: Biz
Album:
Marxist Clubber
Year: 2009
Genre: Müzik üzerine bir blog

Comment:


Bu aslında bir hoş geldiniz yazısı olmalıydı, ya da programcılar dünyasındaki meşhur klişeye başvuracak olursak; ‘Merhaba Dünya’ yazısı. Böyle bir dünyaya bir site –daha- getirmek istemezdik sevgili okur. Kesinlikle istemezdik. Ama oldu bir kere. Milyarlarca kez olduğu gibi yine oldu. En şanslı ve hızlı, üç aşamada sonlanan ‘blog yarat’ tıklamasını biz yolladık server’ın yumurtasına. Ve şimdi karşınızdayız.

Niyetiniz ne, lafı niye durmadan dolandırıyorsunuz, ne demek istiyorsunuz, siz kimsiniz? Şimdilik aceleyle not alabildiğimiz sorularınız bunlar. Her bir sual yavaş yavaş cevaplarını bulacak, her şey tek tek aydınlanacak. Ama şimdi, tam da şu anda dinlemekte olduğunuz/dinlemekte olduğumuz müziğin tadını çıkarsak olmaz mı?

Öyleyse ufak bir sus. Siz ne kadar isterseniz o kadar sürecek bir sus var şurada, önünüzde, tam da köşeli parantezlerin içinde: [ ]. Nerede bu diye sormazsınız sanıyorum. Çünkü o sus, o boşluk, dinlediğin şarkıyı oluşturan onlarca saniyeden sadece biri. O sus, bu sitenin muhteviyatının yegane kaynağı. O sessizliği/boşluğu sen/biz dolduruyorsun/dolduruyoruz farkında olmadan.

Sorularından birinin yanıtı geliyor hazırsan, boşluklardan sıradaki savuşturduysan: Biz müzik hakkında yazmak isteyen bir grup homo sapiens’iz. Oh mondiö! Böyle bir girişe başka nasıl bir yanıt verilebilir ki? Oysa oldukça açık, lafı dolandırmayan bir yanıttı. Kendince gayet açıktı. Ama niyetimizin ne kadar yakınından ‘geçtiği’ bile tartışma konusu aslında. Dedik ya, kulağımız bir yandan müzikte şu satırları kaleme alırken ve inan şarkıların getirdikleri kadar götürdükleri de var. Mesela dinlemekte olduğumuz adı bizde saklı şarkının çıkardığı yangının bizi ilk götürdüğü yer, zihnimiz bir solucan deliğinden diğerine atlayarak yaşam şeridimizin olmadık bir bölümü oldu: Bir kadın, bir adam, bir sokak, bir kafe, alkollü bir gecenin pasaklı sabahı, tıka basa dolu bir otobüsün en olmadık yeri, kalacağımızdan emin olduğumuz bir sınavın ilk dakikası, berbat bir koku, soğuk bir gün, güzel bir gün, lanet bir gün, güzel bir koku, bembeyaz eller, kötü bakan gözler, büyük ve gerçek bir kayıp, derin bir yara, hiç olmadı bir dostla paylaşılan, yerimize göre sol ya da sağ kulaklık...

Tamam, baştan başlayalım. Biz müzik hakkında değil, müzik üzerine yazmak istiyoruz. Bildiğiniz düz anlamıyla. Müzik üzerine. Kendi keşfimiz olan, birilerinin arkadaşımıza verdiğimiz kulaklık nedeniyle gergin ve tedirgin zarı fazla titreşmeyen kulağımıza adını fısıldadığı, olmadık bir DVD’ye kopyalayıp kendince adlandırdığı bir seçmeden etrafa saçılan... her neyse işte, bir şekilde dinlediğimiz ve ‘beğendiğimiz’ müzik ‘üzerine’ yazmak istiyoruz. Müziğin kendi çok anlamlı yapısından faydalanarak susların ekolayzırda oluşturduğu derin kanyonları kendi cümlelerimizle doldurmak niyetimiz. Zira müzik ‘hakkında’ yazmanın üstesinden gelebilmek, halihazırda yazının hakkı teslim edilmeyi beklerken oldukça zor. Bunu yapanlar olmadı mı şimdiye kadar? Eleştirel anlamda kuşkusuz oldu. Teorik açıdan inanılmaz doyurucu şeyler dinlemekten sıkılanlar okuma aşamasına geçmek niyetindelerse, Adorno onlara yardımcı olabilir bütün jazz düşmanlığıyla! Ya da Boris Vian tercüme edilmeleri için uzun yıllar toplu ayinler yapmamız gereken jazz müptelası kelimeleri arasından fışkıran trompet sesleriyle tatmin edebilir meraklıları. Veya Julio Cortazar, müzik yapmakla yazmak arasındaki farkı ortadan kaldırdığı metinlerinden size muhakkak el uzatacaktır.

Bizim niyetimiz ise başka. Biz müzik üzerine yazarak, herkesin kendi palimpsestine sahip olma hakkını, bir kez de müzikte savunuyoruz sadece. Yazılarımızda bu yüzden binlerce kez ‘ben’ diyeceğiz. Demiştik ya, kendi şarkımız olacak anlattığımız. Dinlenen şarkının çıkardığı yolculuktan döndüğümüzde biz de şarkı da değişmiş oluyor her seferinde. Ve kağıt üzerinde meramını döken bir başka biz, dökülen meram da bir başka şarkı ‘üzerin(D)e oldu-oluyor-olacak, mecburen. Böyle bir karmaşada bir sabit gerekmez mi? Bir nirengi noktasına muhtaç olmaz mı insan? Tutunacak bir yer lazım gelmez mi? Bu sabit biz olursak çok mu öfkelendirir sizi kullandığımız notasyon? Ben=X eşitliği canınızı sıkar mı? Peki, değişkenimizin kendisinden söz etmekteki ısrarcılığı tadınızı kaçırır mı?

Eğer müzik hakkında yazacak olsaydık, bugüne kadar çok denenmiş bir şeyi yapacak olmamız, mecburen bizi belirli bir söylemin zincirine ait halkalardan biri olmak zorunda bırakabilirdi, evet, bu olabilirdi. Tek bir örnek vermek yeterli olacaktır. Müzik hakkında ‘olabildiğince’ objektif bir tavırla, hem paylaşımcı hem de eleştirel bir tavırla Limbo Pillow adlı ‘stüdyo’da bu işi hakkıyla yapan biri var zaten. Buradaysanız, şimdi bu cümleleri okuyorsanız, Dream Endless’dan söz ettiğimin farkındasınızdır. Sizin gibi bizim de burada olmamızın önemli nedenlerinden biri Dream Endless. Ona bir selam çakmadan devam etmek olmazdı. Fakat biz onun değiliyiz. Bu da söylenmese olmazdı. Zira onun yapmadığı şey burada olacak. Tıpkı internet’in geri kalanında, ya da okuduğunuz bir kitabı bir diğerine bağlayan görünmez bağları takip ettiğinizde varacağınız uçta bulacağınız şey gibi, eksikleri tamamlayan ‘öteki’ anlam burada olacak, 30.000 parçalık yapbozun ait olduğu yere yerleşmeyi bekleyen minik Lorraine parçası... Tam olarak oturmasa da, en azından eksik parçayı andırmaya çalışacak.

Julio Cortazar, ‘Bir Kral ve Bir Prensesin Öcü Teması Üzerine Notlar’ adlı öyküsünün başında, bu öyküyü neden yazdığını okuruyla paylaşır. Yazmanın kendisi için ne kadar önüne geçilmez bir dürtü olduğundan dem vuran Cortazar, kendisini durdurmanın bir yolunu bulduğuna lafı getirir ve şöyle devam eder: “Bu öyküde ‘tuzak’, henüz yazılmamış bir anlatıyı Johann Sebastian Bach’ın Müzikal Adak adlı yapıtının kalıbına dökmekti.”

Size çekingen bir merhaba demekten kendini alamayan bu blog’un yapmak istediği şey, yaşamın her köşe başında bize kurulmuş tuzaklarla karşılaştıkça veya o tuzakları etkisiz hale getirdikçe, onlarla yaşadığımız mücadeleyi kağıda dökmek ve dinlediğimiz şarkılardaki ‘sus’ları malum kağıtlarla doldurmak. Kendimize ekolayzırımızda rahatça ilerleyeceğimiz bir düzlük yaratmak. Ekolayzır tutmasından bir mana çıkartmak niyetimiz. Tüm bu meşakkatli işlemlerin ardından da, doldurduğumuz susların üzerinden geçip, şarkıların sonuna, yani play list’imizin diğer ucuna, bir sonraki şarkıya, bir sonraki döküntülerimizle dolmayı bekleyen boş kağıda, bir sonraki derin ekolayzır kanyonuna, bir sonraki şarkıya varabilmek.

Sus.