20 Mayıs 2009 Çarşamba

Tapınak


Marxist Clubber: Homurdanan Müzik Kutuları!

Öyle yazıyor yukarıda bir yerlerde, homurdanan müzik kutuları diye. Ama bir de bakıyoruz ki, yeni açılmış bir blog ve hevesle yeni yeni postlar girilmesi beklenecekken, tuhaf iş: nasıl da sessiz kalıyoruz.

Elbet herkesin kendine ait bir hayatı var ve bu hayatlarda yoğunluklar var. Yine de bütün bu "sessizlikleri" yoğunluklarla eşleştirmek ne kadar doğru? Bana öyle geliyor ki, homurdanan müzik kutuları olmanın yanısıra, belki de daha çok tembel, suskunluklarıyla (ve elbet bu suskunluklarında dinledikleriyle) kendilerini iyileştirmeye çalışan bir kaç keyif pezevenginden başka birşey değiliz!

Yazmıyoruz bazen, çokça sessiz kalıyoruz ama bilin ki bu süre içinde bir tapınak aramakla geçiyor vaktimiz. Bu gündelik hayatın yoğunluğuna paralel çizilmiş bir "out-of-body experience"tır aslında. O tapınağı aramak, bulmak, bulduğumuzda müziğin sesini sonuna kadar açarak tapınağın içine doluşan bütün o "ses"in zorunlu kıldığı ritüelleri gerçekleştirmek ... Çokça yanıyor içimiz, herbirinizinki gibi; hiçbirinizden fazla değil yaramız ve en az herkes kadar onları iyileştirmeye ihtiyacımız var.

Susuyoruz, dansediyoruz, düşünüyoruz; tapınağımızda, "yaralarımızı iyileştirdiğimiz yerde" nefes alıyoruz.

God is "definitely" a DJ



All races, all colours, all creeds
Got the same needs
And ignorance leads to pain
Feeds the flame
International shame on a global scale
- People living in hell...
What's that smell?

I ain't talking about the poor
But the rich
You can have everything you want
And life can still be a bitch
- Which just goes to show that
If you don't let go of your ego
You'll never know what peace really means...

All your dreams lose magic
And become speed teams of devils
And shovels digging levels so deep
They only surface at night,
Smile at you while you sleep
They just keep on...
And you can never rest

Like a big dark secret
Keep it close to your chest
Because you wanna impress, make moves
- Nothing less than the best will do...

Don't care who you screw
And you got the nerve to wonder
What the world is coming to?

12 Mayıs 2009 Salı

Nasıl Olmuşsa Bütün Bu Olanlar


Nasıl biz bu kadar duyarlı olmuştuk. Edip Cansever’in “Mendilimde Kan Sesleri” şiirinin bir Ahmet Abi’si vardı, o da çok duyarlıydı. Nasıl olmuşta jenerasyonlar arasında, derin bir darbeyle öldürülmüş o duyarlılıktan nasiplenmiştik? Nasıl olduysa olmuştu işte.




Nasıl anlatılırdı başka bu konser bilemezdim. Bilemezdim, aynen o günkü hissettiklerim olmasaydı ve bana müziği böylesine yaşama fırsatı vermeseydi. Pazar Pazar, önceki günden duvarlara pırpır çarpan heyecanımı yansıtsın, gözlerimdeki derin önemi vurgulasın diye kravatımı taktım, ama emocu gibi sarkıtarak değil sıkı sıkı bağlayarak taktım evden çıkmadan. Bir sirke gidiyordum ve bunu asla mecazi anlamda söylemiyorum. Bula bula şehirde bir sirki bulmuşlardı konser için.


Haftalar önce en vurucu şarkılarını özenle derledim ve mp3 halinde bir arkadaşa verip ayarttım onu. Beş defa da sordum “Emin misin gelmek istediğine?” diye. Nereye gittiğini bilmiyordu oysa ki, aynı şu anda siz gibi. Benimse adımlarım oldukça emindi.


Yurtdışında yaşıyorum ve aslında şikayetlenecek pek bir durumum yok, hayattan şikayetlenen insanlardan da açıkcası pek hoşlanmam. Konser öncesi günlerde yurtdışında yaşamanın zorlukları biraz kasıtlı olarak, birazda tesadüfen üstüste gelmişti ve ben konsere özlem ve isyanla karışık bir duygusallık içinde gittim. Nasıl olmuşsa bir şehir ve içindeki ruhlar, beni bu kadar zorlamıştı, ait olamasam da kendi ritmine katmıştı ve ben de tam bu kısmını kendime yediremiyordum.


......



Ah güzel Ahmet Abim benim

insan yaşadığı yere benzer

O yerin suyuna, o yerin toprağına benzer


.......


Konser sahibine gelince, nasıl olmuşsa olmuştu, böyle biri kalpleri soğuk, çeneleri dik adamların diyarı olarak bilinen Britanya’da yetişmişti. Zamanı geldiğinde de, iyi etmişte New York’a yerleşmişti –ki müziği ve çevresi olgunlaşmıştı. Yaşadığı zorluklardan mı yoksa büyücek bir kalpten mi nedir aşırılık haddinde duyarlı olmuştu...



Bizim coğrafyamızdaki değerlerimiz ve o doğrultuda şekillenen yetiştirilişimizden farklıdır bu aşırılık. Bizim için mütevazi olmak, aşırılıktan kaçmak ve herşeyi kararınca yaşamak makbuldür. Kendimde de bulurum zaman zaman bu erdem ve kısıtı. Sanata gelince ise ben burada bir parantez açma taraftarıyım. Sanat, zihnin arka bölmesindeki odanın içindekilerin tasarlanıp, zihnin önündeki odada, duyularımızın frekansına uyarlanmasıdır. Bu noktada kaçılmış aşırılık kabul edilebilir, ne de olsa mesaj onlarca süzgeçten geçip varacağı noktaya ulaşacaktır. Ben sadece şunu sordum o gecenin sonunda; anlaşıldığı üzere aşırılığa göz yumarım ama bunca doğal ve suni süzgeçten geçen şey nasıl olur da bana, bu kadar ulaşıyordu? Nasıl olmuşsa, oldu.


Herşey hazırdı. Ben, kravatım, davullar, gitarlar, sahne ve tabii ki, aynalardan yansıyan hisleri paylaşmak için yanımda dikilen yakın arkadaşım.


Sirke girip yerimizi aldık. Baştan aşağı zombie makyajlı bir bayan sahne aldı. Ellerinde kemiğe benzeyen uzun metalik renkli çubuklarla insanın ensesini ürperten bir dans gösterisine başladı. Zaten çok da pozitif frekanslı bir mesajla, az sonra başlayacak konsere bizi hazırlayamazdı. Arkada çalan bol tekrarlı ama altyapısı iyi işlenmiş elektronik müzik sırasını kuş seslerine bırakırken, Antony Hegarty ve 6 kişilik The Johnsons sahneye çıktı. Gereksiz selamlama konuşmasına hiç yeltenmeden konsere yeni albümden üstüste çaldığı 4 şarkı ile başladı. O ara vermeden devam ettikçe, geç gelen veya bira almaya kalkan densizlere hiç kulak asmadan benim konsantrasyonum dahada derinleşiyordu. Birkaç kez arkadaşımı dürtüp “buradamısın, sanırım ben baya bir uzaklara gidipte döndüm“ dedim. Sessiz bir şekilde dinliyordu ve onunda aynı büyüde benzer bir yolculukta olduğunu farketmem beni mutlu etti. Yukarıda belirttiğim üzere aşırı derecede duygusal yoğunluk ve duyarlılık içeren bu anları, insanın kendi içinde tek başına yaşamaya mahkum olduğuna inansam da, birinin tanıklık etmesi bu tecrübeyi daha somut bir hale sokuyordu. O benim kafamın içinde dönenleri asla bilemezdi ve anlayamazdı ve ben de onunkileri, fakat benzer bir yolculuğa bir yandaşla çıkmak insanı daha cesaretlendiriyordu.


Yeni albümdeki şarkıları konser öncesi ezberleyemediğimden, yolculuktan kendime gelmem ve normal bir konser psikolojisine girmem ancak 5. şarkıda oldu. Notalar ve aşırı duyarlılıktan titreyen ses beynimde çok bilindik bir odaya teşrif ettiler ve “Cripple and the Starfish” e eşlik etmeye başladım... “It’ll grow back like a starfish” diye mırıldanıyot ve bunu yaşamış biri olduğumdan, içimden Antony’ye küfürler ediyordum. Hayatın gerçeklerinin zihnin odalarında yoğurulup melodilerle bize ulaştırılması her zaman takdir edilmelidir. Bu gerçekler eğer dinleyici tarafından da tecrübe edilmişse, okkalı bir küfür etmek bence kabul edilebilir. İlkgençliğinde Radiohead’den Creep’i dinleyip “bu şarkıyı ben yazmalıydım, neden bu p.. kuruları benden önce davranmış” diyen varsa bana bu konuda bana hak verecektir.


Kimse o konsere o kadar parayı şovmen izlemeye, gülüp eğlenmeye vermemişti. Tahminimce 1500 kadar kişi vardı içeride ve hepsi Antony’nin parmak uçlarının piyanoda dolaşmasına odaklanmıştı. Bizi selamlaması sanırım ancak 7. şarkıyı buldu. Hemen sirki nasıl seçtiklerini anlattı. Önce bir konser salonu ile anlaşılacakken, menajer’i “Bir de bir sirk var Münih’te” demiş ve o da hiç düşünmeden kabul etmiş. Sebebini hemen sonra söyledikleriyle bize anlattı ve sirkin kaç yıllık olduğunu seyirciye sorduktan sonra; “Sirk denince hemen diğer seçenekleri Oturduğunuz yerlerde nice insan kahkaha atmış olduğunu bir düşünün, nice çocuğun. Belki çocuk olarak burada o kahkaha atanlardan bazıları sizdiniz.” dedi. Nasıl olmuştu da her noktaya aynı duyarlılıkla yaklaşabiliyordu? Dahası, bu şehirden nasıl sirki hınca hınç dolduracak kadar duyarlı insan çıkmıştı? Önyargı çok çirkin bir inanmışlıktı ve bu konser beni biraz olsun bu yöndeki eğilimlerimden arındırmıştı.


Yeni albümün sarsıcı şarkılarının yanında, “You’re My Sister”, “Fistfull of Love” ve “For Today I’m a Boy”, “I Fell in Love with a Dead Boy” gibi eski hitlerle konserdeki kişisel yolculuklar, göz açıp kapayıncaya kadar geçti, gitti. Bense yeni albümdeki favorim Daylight and the Sun’ı ve yıllardan beri bir türlü sıkılamadığım Twilight’ı istiyordum ama BIS’de bile bu ikisini çalmadılar. Nasılsa, hayat devam edecekti ve en azından bana eve dönünce dinlenecek bir iki şey kalmıştı.



Arkadaşımla neredeyse hiç konuşmadık konser boyunca. Sonuna doğru, “For today I’m a boy” şarkısından sonra, şarkıda umduğu gibi güzel bir bayan olamamışsa da, Antony’nin yaşadığımız şu dünyanın az sayıda güzelliklerine dair birşey olmayı başarmış olduğunu söyledim. Bıraksa bıraksa, çatır çatır hüzün bırakırdı bu kadar Antony şarkısı üst üste, Fakat ben onun bunca yakaraşından sonra onun için de mutluydum. Bu kadar duyarlı olan birinin hayattaki güzellikleri de aynı duyarlılıkla görebileceğinden emindim. Bizim oturduğumuz koltuklarda bizden önce oturmuş olan çocukların sirki izlerkenki kahkalarını, muhtemelen ordaki birçoğumuzdan daha iyi duyumsayabilirdi.


Konser bitti, perde kapandı, ışıklar söndü. Doğal ve naif bir umutla, karanlığın gölgesinde yazılmıştı tüm şarkılar ve ışıklar sönünce hayattaki diğer herşey gibi anlamlarını buldular. Demin çıkmışlardı sahneye, nasıl olduysa hemen bitivermişti, açıkcası konseri bekleme dönemindeki tarifsiz heyecanım, bir buçuk saatin sonrasında biraz buruk kalmıştı. İçimde apağır bir bulutu ardlarında bırakarak sahneden indiler, öyle ki dudaklarım kurumuştu ve susuzluğuma sadece sert bir içki iyi gelebilirdi. O bir buçuk saat, unutamayacağım anlar arasında yerini aldı.


Nasılsa kendimi yatağımda buldum. Nasıl olduysa tavanımda yıldızları seyrediyordum. Nasıl da denk gelmişti hayatıma dair herşey ve (yaşamın bütünlüğünde aynı zamanda önemsiz ve unutulmaz olacak) hislerim konser tarihine bu kadar yakışır bir hal almıştı. Ve nasıl da aklımda dönüyordu o şarkı. Nasıl da kendimi tamda o şarkıdaki hislerin aynılarını hissetmenin yüceliğine uygun görme cüretinde bulunabiliyordum?


......


We live together in a photograph of time
Now I look into your eyes
And the sea is opened up to me

......


Güzelliklere duyarlılık ve bir güzelliğin bir diğerine değmesine hislenmekten hoş ne olabilirdi?

Ama

......


Ahmet Abi, güzelim, bir mendil niye kanar
Diş değil, tırnak değil, bir mendil niye kanar
Mendilimde kan sesleri.

......



p.s. Yazıdan bağımsız olarak, albüme dair de bir iki laf etmek istedim... Yeni albümü diğerlerine nazaran kesinlikle daha olgun olmuş. Bir sürü sevdiğim grup/müzisyen gibi Antony and the Johnson’s da ilk 2 albümlerindeki iddialı şarkılara yoğunlukla yatırım yapmışlardı ve böylece ilgimi çekmişlerdi. Aynen o sevdiğim diğer gruplar/müzisyenler gibi bu son albümlerinde (ki bence olgunluk dönemi albümleridir) ise tüm şarkıları üst düzey bir müzikal düzlemde yaratıp, melodi zenginliğini olabildiğince eşit olarak yaymışlar. Çoğul sözediyorum ama tüm şarkılar Antony’nin kendisine ait ve şarkıları sözettiğim şekilde yaratmanın yanında, kendine özgün yorumu ve daha fazlasını hayranlarının beklentisi doğrultusunda ortaya koymuş. Benim gibi, o hüzünlü sesi Coco Rosie’nin Beautiful Boyz’unda sevmiş iseniz, The Crying Light albümünü edinmenizi şiddetle tavsiye ediyorum!

10 Mayıs 2009 Pazar

Van Gogh'un Kulağı

Mogwai olmadan geçen kaçıncı gün?
Zaman-Mekan Uğulduyor.
Çoğu zaman unutuyorum.
Çıplak arazi.
Koşulsuz itaat... . .. . ... .... ... .. . . .   .   . . .  ..  . . . . ..
Error.. . Error.. .
End Line
[Kulaklar Kesilecek]

6 Mayıs 2009 Çarşamba

Tanrılara yakışan bir ziyafet

Basit tanımlamalar hangi alanda yapılmış olursa olsun can sıkıcı şeylerdir. Yaratım sancıları, kılı kırk yararak çalışılan onlarca saat ve hep daha iyiyi ararken sonu bir türlü gelmeyen yapılanı yakıp yıkıp yeni baştan yaratma süreci her sanat dalının kendine has ritüellerinin başında gelir. Müzik de pek tabii bu ritüellerden nasibini almış bir sanattır. Bu ritüellerden nasibini aldıkça kıymetlenir notalar ve şarkı sözleri. Kıvamını ve kendini böylelikle daha rahat bulur. Tüm bu naçizane gerekçelerimi bir araya topladığımda rahatlıkla diyebilirim ki bir grubun yaptığı müziği debut albümünden başlayarak aceleyle yapılmış bir tanımlamayla belirli bir “türün” mecburi sınırları içine hapsetmek sanırım müziğe her anlamda yapılan en büyük haksızlıktır. Emo/Post-rock ve bunlar gibi daha nice etiket bence müziğe zorla iliştirilmek istenen boş etiketlerden başka bir şey değildir. Dinleyici kulaklığını taktığında ya da hoparlörlerine iştahla yaklaştığında tanımlar yaratıcıyla aralarından çekilip gider, buharlaşır ve yok olur. 17 Şubat’ta The Appleseed Cast de sessiz sedasız The Militia Group etiketiyle yedinci albümü Sagarmatha’yı sanki bu tip kategorizasyonlardan ne kadar şikayetçi olduklarını hissetmek istercesine çıkardılar. Nevi şahıslarına münhasır “seslerini” 7. albümleri Sagarmatha’da ulaştırmak istedikleri yer, albümün adının anlamı biraz eşelendiği takdirde belirginleşiyor aslında. Sagarmatha, Everest dağının diğer adı: gökyüzünün alnı Sagaramatha. Albümün ruhani haleti ruhiyesi de adına yakışır nitelikte. Kendine has sükunetle aslında pasif agresif bir ruh halini seslendirmiş The Appleseed Cast. Grup elemanlarından Christopher Crisci’nin de belirttiği üzere, özellikle albümün 7. parçası “Raise The Sails”da bu ruh hali iyice belirginleşiyor. Post apokaliptik zamanlara ait bir “sessizliği” kayıt altına almaya, en baştan kendi tahayyüllerinde yaratmaya çalışmış The Apleseed Cast Sagarmatha’da. Albümün aldığı olumlu eleştiriler yaşamakta olduğumuz zamanları yansıtmakta oldukça başarılı olan bu gruba ne kadar ihtiyacımız olduğunun bir göstergesi adeta. Sessiz sedasız çıkan bu albüm, bir yerlerde kendisiyle aynı dingin kederi paylaşan birilerine gönderilmiş, hiçbir tanımlamaya uymayı kabul etmeyen, The Appleseed Cast’çe yazılmış açık bir mektup gibi. Onu okumak da okumamak da bizlerin elinde. Ben hakkını okumaktan yana kullananlardanım.

DİKKAT! Siz de homurdanın ibaresi download linkidir ardakaşlar. Lütfen, dikkatlerinizi istirham ederim! (Bu yazıdaki link için Sel'e teşekkürler.)

Siz de homurdanın

5 Mayıs 2009 Salı

Doğumgünü vesilesiyle "Tek-Vitesli Bisiklet"




En başta bir not: burası politik-ekonomik-felsefi-sosyal mevzuların tartışıldığı bir platform değil ve olmayacak. İsmine aldırmayın, bizler de Marksist değiliz. Yine de onu okuduk ve ona çok şey borçlu olduk.

05.05.09... Blogumuzun ismini sakallarından -ve daha birçok başka muğlak sebepten- dolayı borçlu olduğumuz büyük düşünür Karl Marx'ın 191. doğumgünü bugün. 1-Speed Bike'ın Droopy Butt Begone albümünün download linki ile analım bu büyük insanı, her ne kadar Foucault onun eseri için "Marksizm suda balık gibidir, 19. yüzyıl düşüncesinde: yani, oradan uzaklaştığında nefes alması zorlaşır" dediyse de. (Michel Foucault; Les Mots et les Choses; Éditions Gallimard; p. 274.)

Bilhassa albümün yedinci şarkısı olan "Any Movement That Forgets About Class Is A Bowel Movement" parçasını, Marx'ın mirasıyla birlikte dinlememek mümkün mü?

1-Speed Bike, Droopy Butt Begone @ Download

PS: 1-Speed Bike ve diğer Quebec grupları hakkında umuyoruz yakın zamanda postlar görülebilecek.

PS2: Albüm download linki En El Congelador blogundan alınmıştır. Verdiğimiz linkte kimi zaman problemler yaşanabiliyor. Böylesi bir durumda ikinci-üçüncü denemede sorun çıkmıyor, hatırlatalım.

1 Mayıs 2009 Cuma

Yine bizsiz turnelerde birileri


Biz buralarda dandirik üniversite bahar şenliği sakızlarıyla oyalanırken bakın dünyada neler oluyor ey ahali! Grails'in üzerimizden uçup geçen uçağına el sallayın.

Yavaşlık




“Milan Kundera kusuruma bakmasın, kendisinin bir kitabının adını alınlık diye tepeme diktim. Lakin o kadar uzun zaman oluyor ki buraya yazmayalı, neredeyse bir ay. Bir şeyler demek gerekiyor artık. O kadar uzun ara verdim ki, sanki binlerce ışık yılı geride kaldı her şey. Biraz daha yazmasaydım Sakallis’in peşime tankla düşmesine, Kuzgun’un beni elleriyle söktüğü kaldırım taşlarıyla kovalamasına pek bir şey kalmamıştı.” Böyle yazmışım TPSQ turnesinin son birkaç gününü takip etmekten vazgeçtikten sonra. Ağzımda yine muhtemelen dandik bir sigara vardı o an, hatırlamıyorum şimdi, ama o sırada benim için esas şey müzik değildi, bunu çok iyi anımsayabiliyorum. Radyokafa ve deniz manzarasından başka bir şey kalmamıştı benim için elimde kıytırık tükenmezim, çirkin el yazımla moleskin sarısını ezip dururken. 

Sonra cep telefonuma bir mesaj geldi: “Lan nerdesin?” Mesaj gayet netti, fakat benim idrak yollarımda ciddi bir tıkanıklık vardı. En sevmediğim şeyi yaptım; cevap vermedim mesaja. Kaldırımda oturmanın tadını çıkardım. Bir konserin kapısından dönüşümü, bir başka konsere gitme ihtimalimi falan düşündüm. Tükenenlerle ihtimaller arasında gidip gelmenin salakça olduğunda karar kıldım. 

Konserler hakkında garip bir duygu içimde irileştikçe irileşmiştir yıllardır: ben ne zaman bir konsere girsem ve o konser benim için ne kadar önemli olursa olsun, konser devam ederken konser bitsin diye beklerim aslında gizlice. İçimden sayarım, playlist tahmin etmece oynarım olduğum yerde, kalabalığın orta yerinde. Bu huy bana sanırım bir şeyleri tasarlamanın verdiği hazzın hep o şeyi gerçekleştirmekten daha fazla keyif vermesinin bir uzantısı, başka bir şey değil.

O anda, o kaldırım da bana aynı şeyleri hissettiriyordu. Olmayan bir kaldırımda oturmayı arzu etmiştim, önce kaldırımı döşedim, sonra üzerine kendimi serdim ve sonuçta yaptığım şeyi yapmak dışında bana keyif veren tek şey yoktu ortada. Kaldırım taşlarını söktüm teker teker, barların geceden masalara sırt kısımlarından yaslanan saçma sapan sandalyelerini savurdum sağa sola. Yürümekte olduğum asfalt tek bir kurşun kalem hamlemle dağıldı. Arabalar Kızıl denizi taklit ediyordu sanki; ben üzerilerine gittikçe benden kaçıp rengarenk metal denizini ortadan ikiye ayırıyorlardı. Korna sesleri korkunç çığlıklarla karışıyor, kulaklarım duymaz oluyordu.

Bir mesaj daha geldi o sırada. Muhteviyatında hiçbir şey yoktu bu mesajın. Sadece boşluk, 160 karakter. Birisinin kıçıyla sandalye arasına sıkışıp kalmış olan ismim can havliyle telefonun rehberinden kendisini kurtarıp benden yardım istiyordu. Namım kendimden uzakta yardıma muhtaçtı ben sahte peygambercilik oynarken.

Zamanı durdum, listenin başına geçtim tekrardan. Kayıp bilim, bilmediğim bir dilden bilmediğim kelimeler topluluğu ve uzaktan belli belirsiz yelkenleri görünen korsan gemisi. İhtiyaç duyacağımız tek şey buydu bir TPSQ konseri için. Bunca para boşa gitti, kendimi uzak diyarlarda saçma sapan buhranlara boşuna sürüklemişim, diye düşünürken, kalabalığa, etraftaki dükkanlara, asfalta ve onu ezen araçlara tekrar hükmedebildiğimi fark ettim. 

Bir şeyi yapmadan evvel tasarlamak fena halde keyif veriyordu bana. Sadece alttaki linke tıkla, dosyayı indir. Hayretle albüm kapağına bak, şarkıları sırasıyla ya da sırasını bozarak dinle, tekrar dinle, tekrar ve tekrar. Söylemesi bile güzel. Ama aklında bulunsun, olmayan kaldırımlarda oturup düşlere dalma, yorulursun. En güzel şey tek kelimenin “karnında saklı” aslında: Yavaşlık. Bitirme, tasarla sadece ve tadını çıkar. Yavaşça.


Siz de homurdanın