28 Kasım 2009 Cumartesi

Ce n'est pas moi qui clame!



Ce n'est pas moi qui clame,
C'est la terre qui tonne!

"Haykıran ben değilim/Gürleyen toprak!" diyor az aşağıdaki videoda Bertrand Cantat. 2002'de Paris'teki bir konserlerini bu parçayla açmışlar. Benim daha evvelden bildiğim bir parça değildi, zira bir tek bu konserde çalmışlar, "Noir Désir en Public" isimli live albümünde yer alıyor zaten. Noir Désir'i çok fazla anlatmaya gerek yok, müziğine, yaptıklarına, Cantat'nın trajedisine çoğumuz aşinayız. Ama grubu çok daha önemli yapan şey ne kadar katılınır bilmiyorum ama Cantat'nın yaşayan en büyük vokallerden olduğu. Onun şimdiye kadar yaptığı ileride Jacques Brel'le, Jim Morrison'la karşılaştırılacak; vokal tekniği, tonlamaları, sahnesi, vs.

Her neyse. Bahsi geçen parçanın videosunu izlemeye durun siz, videonun altında da sözlerini bulacaksınız. Sözler de başarılı bana kalırsa.

Marxist Clubber hepinize iyi bayramlar diler!

Edit: Yoğun istekler üzerine sözlerin berbat bir çevirisi yorumlar kısmına eklendi.

Edit 2: Bu işte bir iş var diyordum ki varmış. "Ce n'est pas moi qui clame" Attila József'in bir şiiriymiş. İşin güzeli, şiirin bir de İngilizce çevirisini buldum Google Books'tan. Onu da şuradan görebilirsiniz ve benim korkunç çevirime katlanmak zorunda kalmazsınız! :)



Ce n'est pas moi
Ce n'est pas moi qui clame
Ce n'est pas moi qui clame
C'est la terre qui tonne

Ce n'est pas moi qui clame
Ce n'est pas moi qui clame
C'est la terre qui tonne

Gare à toi, gare
Gare à toi, gare
Car le diable, car le diable est devenu démon

Fuis au fond des sources pures et profondes
Ohhh! Fuis au fond des sources pures et profondes

Oh! Plis toi dans la plaque de verre
Dérobe toi dans la lumière des diamants
Sous les pierres, parmi les insectes rampants et

Oh cache toi, oh cache toi dans le pain frais
Oh pauvre, mon pauvre ami

Infiltre toi dans la terre avec les pluies nouvelle
Oh mon pauvre pauvre amis
C'est en vain que tu plonge ton visage en toi même
Tu ne pourras jamais le laver que dans l'autre
C'est en vain que tu cache ton visage en toi même
Tu ne pourras jamais le laver que dans l'autre
Soit la lame de la petite herbe
Et tu seras plus grand que l'axe de l'univers

Oh machine, oiseaux, feuillage et étoiles
Notre mère stérile réclame un enfant
Oh mon ami, mon amour mon amour d'ami, mon ami, mon amour d'ami...
Que cela soit terrible.. ou sublime
Que cela soit terrible.. ou sublime

Ce n'est pas moi qui clame
Ce n'est pas moi qui clame
C'est la terre qui tonne!

15 Kasım 2009 Pazar

God is an Astronaut Dinletisi, 12 Kasım 2009


Efendim öncelikle çoook uzun zaman sonra bir merhaba. Bu kadar uzun zaman post girilmeyen blog -hele de kolektif blog- olur mu demeyin. Olur. En son 2 ay 10 gün önce bir video koymuş MT. Şimdi tekrar yazılara geri dönüş olacak diye umalım. Bu süreçte her birimiz için dönülmesi gereken önemli dönemeçler oldu diyerek kısa keselim. Mevzuya girelim.

God is an Astronaut İstanbul'a ikinci kez geldi. İlk gelişlerinde 2007 Barışarock sahnesini zapt etmişlerdi. Ben o konseri izleyememiştim, çünkü Türkiye'de değildim. Dolayısıyla bu bir karşılaştırmalı konser yazısı olmayacak. Ama bazı karşılaştırmalar yapılacak. Onlara geleceğiz sırayla.

GIAA konseri açıklandığında Türkiye'deki "post-rock" cemaatinde bir hareketlenme oldu haliyle. Neticede GIAA bu janrın önemli gruplarından biri ve 2007'den sonra bir de 2009'da konser verecek olmaları mühim bir gelişmeydi. Burada bu tür müziğe yakın duran, dinleyen, takip eden bir kitleden bahsetmek de lazım aslında. Nitekim Biletix de bunu duyururken "gizli" kalmış bu dinleyicilerden söz ediyordu. Velhasıl, bu izleyiciler için GIAA konseri, kıpırdanmalar son yıllarda artsa da, grubun dünya müzik endüstrisinden her daim uzakta -yani onun çevresinde- kalacak olan İstanbul'a geliyor olmalarından dolayı kayda değer bir gelişmeydi.

Konserin üstünden birkaç gün geçti. Bunları yazdığım saat Pazar'ı Pazartesi'ye bağlayan geceyi gösteriyor ve konser Perşembe gecesi (12 Kasım 2009) yapıldı. Perşembe gecesi için GIAA konserinden iyi alternatif olabilir mi? Daha da ötesinde, bu haftalar için GIAA konserine bilet almak birçok kişinin "to do list"inin en tepesinde yer alan maddeydi.

Organizatörler de bunun bilincindelerdi tabii ki. Konser için uygun görülen mekan: Jolly Joker Balans. Vaktiyle çok takıldığımız "rock bar"ların o sinir bozucu dizaynına denk düşen, içerisi kalabalık olduğunda insanların birbirini ezdiği bir mekan. Konserin bilet fiyatları: ilk satışa çıktığında 40 YTL, daha sonra Biletix üzerinden 50 YTL. Tanrı'ya şükür, sosyal çevremin geniş olmasından dolayı konsere para vermeden izleme hafifliğini yaşadım (special thanks to Sel ;) ). Zira buradan sonra anlatacaklarım 40-50 YTL verilen konserin nasıl olmaması gerektiği üzerine.

Öncelikle şunu söyleyelim. Bir Perşembe gecesi, yani ertesi gün birçok kişi için mesai veya okulun olduğu bir gece, bir konser saat 23.15'te başlamaz. Bu en hafif deyimiyle çakallıktır, şark kurnazlığıdır. Saat 21.00'de, 22.00'de mekana geleni bol bol içirmek suretiyle söğüşlemenin amaçlandığı bir basitliktir. Buna işletme mantığı denebilir; Türkiye'de kapitalizmin işletme mantığı müşteriye/tüketiciye yapılan her türlü saygısızlığı doğal karşılar nasılsa. Bunu aklımızda bir tutalım.

İkinci olarak: Balans gibi bir mekanda konser düzenlemenin abukluğunu geçtim, buraya biletli 800 küsür kişiyi sığdırmak nasıl bir açlığın tezahürüdür diye sormak gerekiyor. Bir yandan ayağına basan adamdan kaçarken, "Bira içen var mı?" diye soran garsonla çarpışmak, önünden geçen kızın orasına burasına değmemek için kasmak takdir edersiniz ki konserden çok şey götürdü. Dedim ya, ben para vermedim, inatla içeride de Balans'a beş kuruş kaptırmadım. Ama ya diğerleri?

Bu tür konserlere gidip katılan, izleyen, "sosyalleşen" bir kitleden bahsetmiştik. Bu kitle, onların parasını söğüşleyen bu kargalar güruhuna karşı tepkisiz kaldıkça bu işler böyle devam edecek ne yazık ki. Sonra da "Ay şekerim şu grubu izledik, süperdi" denilecek. Hayır efendim, sen o grubu izleyemedin ki! Sen orada bulundun sadece. Ne anladın o ortamdan? Kötü bir ses düzeni var bir defa, mekan konsere uygun değil, içerisi hınca hınç dolu... Sen GIAA konser biletini odandaki panona astın ama ne işe yaradı? Üstelik 10-20 lira da değil, 40-50 lira verdin. Üstelik orada üç tane Beck's içip 30 lira daha harcadın. Taksi parasıyla toplam masrafın 100 lira.

Diyeceksiniz ki, parası olan verir kardeşim, sana ne? Tabii verir, bana ne, ama ben isterim ki bu memlekette sadece parası olmayanlar değil, parası olanlar da hesaplı yaşasın. Hesaplı yaşamak, daha azını vermek değil. İsterse bugün harcadığının üç mislini harcasın. Ama hizmet alsın karşılığında. Kulunuz, Paris'te iki önemli konser izledi, biri Mogwai diğeri A Silver Mt. Zion. Birincisi 30 euro, diğeri 20 euro'ydu. Gittim, izledim, içtim ve keyif alarak geri evime döndüm. Sadece ben değil, hemen herkes öyleydi. Orada da çok para harcanabilir, buradakinden daha fazla harcanır hatta. Ama parasını verdiğiniz şeyin karşılığını alıyor olmak ve "Lanet olsun size!" dedirtmemek önemli bir ayrım.

Orası Paris ama demeyin. Bu hiçbir anlama gelmeyecek. Oradaki kulüpleri işletenler de yatırım yapıyor, buradakileri işletenler de. Buradakiler, oradakilerden daha az zengin değil. İnsan kendi sermayesiyle oluşturduğu organizasyonuna, mekanına, vs. yatırım yapmazsa, bugün böyle hevesli gençleri toplama kampıymış gibi bir barın içine balık istifi gibi sokar ama yarın işin hakkını veren biri çıkar (çıkmalı!) ve senin şimdiye kadarki çakallıklarını sana yedirir. Ben de buradan bakıp "Beter ol!" derim, zaten diyorum.

GIAA'ya gelirsek... Üç albümleri var, post-rock denen henüz-tanımsız janrın en tipik grubu olarak gösterilirler birçok eleştirmen tarafından. Ambient tarzlarını melodik bir sound'la birleştiren ve tabir-i caizse insanın kanına çok çabuk giren bir grup GIAA. Ancak pek deneysel sayılmazlar ve müziklerindeki formlar çok muhafazakardır. 4-5 dakikalık parçalar, klavye girişleri, hızlanan bir ritim ve gitar dominasyonundaki bir müzik. Sözlerle hiç işleri olmaz -ki severim bu yönlerini.

Ancak GIAA bir konser grubu değil. Bu konserde de izleyici şöyle yamultan, müziklerini farklılaştırabilecek işlere hiç kalkışmadılar. Projeksiyon aletinden yansıtılan ve çalınan parçalarla uyumlu görseller dışında. Onları da varolan hengamede takip etmek kolay değildi zaten. Konser sonrası yorumlarda "GIAA çok iyiydi, sanki CD'den çalıyormuş gibi çaldılar" türünden saptamaların çokluğu da, söylemek istediğim şeyi destekler nitelikte sanıyorum. Bir grubun "live" performansında "stüdyo"daki gibi bir işe imza atmaları kimilerince hoşlanılacak bir şeymiş gibi görünse de, ben bunu canlı performansların ruhuna uygun bulmuyorum pek. Neden o zaman konsere geliyoruz ki?

Yine de bu GIAA'nın değerinden bir şey götürmez elbette. Sevdiğimiz saydığımız bir gruptur ve onları görmüş olmakla listemize bir çentik daha atmış olduk.