21 Ekim 2011 Cuma

GSYBE

Arms and Sleepers



Post-rock ambient arasındaki dengeyi güzel tutturan bu çocuklara bir göz atmakta fayda var. Bir önemi varsa Amerikalılar; bence yok.


Grails - Take Refuge

grails iyidir



Failure


Bir blog ancak bu kadar yetim kalabilir mi? Yok o kadar değil; internet dönemsel heves kurbanı blog mezarlığı gibi zaten. Bizimkisi henüz mezara girmedi. Belki bir süre sonra girer. Şimdilik sadece sürünüyor.  


17 Nisan 2010 Cumartesi

GSYBE!!


Daha ilahi bir haber olmazdı.

18 Şubat 2010 Perşembe

Selim Sesler ve Yanlış Anlama ve Anektodlar




Rennes'de geçirmiş olduğum 6 ay içinde 2,5 kere konsere gitme fırsatı yakaladım. 2'yi anlayıp 0,5 de neyin nesi demenizi yadırgamıyorum. O yüzden çok kısa bir şekilde önce 1,5'lik kısmı, sonra da 2,5'e tamamlayan Seslim Sesler konserini sizlere aktarmaya çalışacağım.

Önce 0,5'lik konsere gittim aslında. Buraya beraber geldiğimiz arkadaşım Gözde ile hiçbir sosyal aktiviteye katılmamaktan yakınıyorduk. Yurdun sekreterliğinde öğrenciler için alınmış ve bizlere bedava dağıtılan Ouest France gazetesini aldım. Buraya özgü bir gazete. Yerel yani. O yüzden buradaki etkinlikleri de içeren sayfaları var. Ordan tahminimce amatör bir grubun konserini buldum. Anatole France denilen, oturduğum yere yakın bir yerde bir barda çalacaklarmış. Giriş ücreti de 3 euro gibi yük olmayacak bir fiyat olduğu için gitmeye karar verdik. Beğenmezsek çıkardık ki paramıza da yazık olmazdı hem. Yola koyulup gittik ve konserin amatör konserden daha çok bir aile-arkadaş toplantısı konseri olduğunu, içeride 20'yi geçemeyecek sayıda insan olduğunu ve tek “yabancı”ların biz olduğunu gördük. Yine de müzik fena değildi, bazen gürültülüydü lakin. Konser bizim için fiyasko sayılmazdı. Zira o geceye damgasını vuran konser, bar ya da grup değildi. Barın içinde zar zor ne olduğunu anladığımız ve anladıktan sonra bir türlü görmekten kurtulamadığımız afişti!

İşte 0,5'lik konserim böyle geçti. Sırada tam 1 var.

Transmusical...

Rennes'de çok fazla öğrenci olduğunu duyduğunuzu sanmıyorum ama sizi ben bilgilendireyim, burası tam anlamıyla öğrenci şehri. Şehir küçük, öğrenci çok. Dolayısıyla çok fazla genç nüfusa sahip. Bu nedenle, Rennes Belediyesi de boş durmuyor ve çok güzel, gençlere yönelik festivaller düzenlenmesine olanak veriyor ve destekliyor. Etkinliklerin ne gibi etkisi olabilir diyebilirsiniz pek tabii. Ona da şöyle yaklaşalım: Okulların açıldığı ya da Transmusical gibi büyük festivallerin olduğu zamanlarda günlük ulaşım bileti ücretini 3,5 eurodan 2,5 euroya indiriyorlar. Ki bu bence, normalde bir belediyenin rant sağlamak için fiyatları artırması gereken bir mevsim. Ancak burda işleyiş tam tersi ve tabii ki bizim hayrımıza!

Nerede kalmıştık? Transmusical. Transmusical'e buradaki arkadaşım Maria ile gitmeyi kafaya koymuştuk. O biletini benden önce almıştı hatta. Evet, gelelim konuya. Gün geldi çattı, 2 Aralık Perşembe akşamı oldu. Ben konsere Maria ile gitmesem de orada buluşacaktık, o diğer Almanlarla ben de arkadaşım ile birlikteydim. Bu arada tabii biz de The Whitest Boy Alive dinleyeceğiz diye gayet neşeliyiz. Burada bir parantez açmak isterim: Bu festival, yani Transmusical, amatör grupların amatörlükten çıkıp ünlenmesi için bir fırsat imiş. Bu festivale katılabilen gruplar daha sonra daha kolay albüm yapıp daha büyük kitlelere hitap edebiliyorlarmış. Bu yüzden, kaliteli gruplar geliyor, çünkü bir elemeden geçiyorlar. Devam edecek olursak, bir not daha eklemeyi isterim ben biraz yavaş bir insanım. Daha doğrusu ben bunu tam anlamıyla kabul etmesem de çevremde bulunan tüm insanlar ağır-yavaş hareket ettiğimi savunurlar. Bu kadar insan aynı fikirde uzlaşmışsa artık benim de söyleyecek bir sözüm kalmıyor diyerek festivale geç kaldığımı bildirmek isterim. Ancak ben nereden bilebilirdim ki ana grup ilk grup olarak sahneye çıksın! Dolayısıyla, ben The Whitest Boy Alive'ı kaçırmış oldum (arkadaşım da dolayısıyla). Diğer gruplardan bir tanesinin solistinin sesi Amy Winehouse'u andırıyordu. Diğer grup, siyah giyinmiş siyah adamlardan oluşan eğlenceli, orkestrası iyi, müzikleri dinamik bir gruptu. İçlerinden en çok onları sevdim. En son çıkan grup ise 6 kızdan oluşan, sanırım Doğu Avrupa dillerinden hangisi olduğunu çıkaramadığım bir dilde hüzünlü türküler söyleyen- ağıt da diyebiliriz- ve arada da ingilizce söyleyen ama çok kötü dans eden ve çok kötü kostümler seçmiş bir gruptu. Transmusical benim için koltukta uyuklamaya başladığım an bitti, eve döndük.

Gelelim bu yazının asıl konusuna, Selim Sesler'e...

Selim Sesler afişlerini yazın Beyoğlu'nda özellikle de Tünel tarafında görürdüm. Kimdir kimdir diye sorardım da kendime bir türlü kimseye danışmak aklıma gelmezdi. Kader, bu sefer de Rennes'de çıkarttı Selim Sesler'i karşıma. Neden diyeceksiniz?

Malumunuz efendim, Fransa'da bu sene Türkiye yılı. Çeşitli konferanslar, konserler, sergiler, paneller, vs düzenleniyor. Rennes'de de her sene farklı bir şehrin tanıtım haftası yapılırmış. Bu sene de İstanbul'u seçmişler. Sanırım, Fransa'da Türkiye yılı olması nedeniyle. 9 – 16 Şubat arası Travelling Istanbul haftası idi. Film festivali, konferanslar ve konserler bu kapsamda gösterildi. Bir kaçına katılma şansı yakaladım. Gayet başarılıydılar. Selim Sesler konseri de kapanış günü programının farklı alternatiflerinden biriydi. Alman arkadaşım Maria ile gitmeye karar verdik.

Selim Sesler ismini gördüğümde hep bir insanın ismi olduğunu düşünüyordum. Konser başlayana kadar da aynı şeyi düşünüyordum zaten. Konser 40-45 dakika gecikme ile başladı. Programda 20h diye yazıyordu. 4 tane genç sahneye çıktı. Bu kısım çok önemli, bir tanesi ud çalıyordu. İçlerinde klarnet çalan iki şarkı arasında grup elemanlarının isimlerini anons etti ve teşekkürlerini iletti seyircilere. Ben de içimden “vay be, ne de güzel Fransızca konuşuyor!” dedim. İşin garip tarafı, hepsinin ismi yabancıydı. Biraz kuşkulanmaya başlamıştım. Sonra aklıma dahiyane bir fikir geldi: “Tabii ya, bu gençler İstanbul'u görünce kendi ülkelerine dönmeyip, İstanbul'da kalmayı tercih eden müzisyen gençler! Hem de Türk ezgileriyle çalıyorlar. Hepsi farklı milletten olsa bunların, aralarında türkçe konuşmaları da normal. Bu yüzden de gruplarının adı 'Selim Sesler'. Mature Voices gibi. Vay be!” İşte ironiyi yakalamıştım. İçimden bir ses her ne kadar umduğum Selim Seler tipiyle bulduğum Selim Sesler tipinin farklılığı hakkında sürekli bir şeyler söylese de, o anlık onların Selim Sesler olduğuna çok inanmıştım. Aslında ben biraz göbekli, daha Roman tipli bir amca bekliyordum.

Birkaç dakika sonra son şarkılarını çalacaklarını söylediklerinde yine bir kuşku duydum. Konser bu kadar çabuk biter miydi? O anda, içimden fısıldayan ses daha da yükseldi. Maria'ya "bunlar Selim Sesler değil, değil mi?" diye sordum. Şundaki komikliğe bakın, Alman kız da benim yanılgıma düşmüş ilk başta ama, bunlar olmamalı, dedi. Sonra işte kafamdaki Selim Sesler tipi geldi sahneye. 4 kişilik bir ekip. Darbuka- perküsyon, kanun, keman ve klarnet. Gayet eğlenceli bir akşamdı. Sahneye bir ara şarkı söylemek için bir hanım kızı davet etti Selim Sesler. Evet, Selim Sesler, aslında benim ilk düşündüğüm gibi bir insanmış. Yanlış anlamanın tam anlamıyla sonradan dibine vurmuşum. Yine de güzel bir gece geçirdim. Şarkılar daha çok hüzünlü türkülerden oluşuyordu o yüzden daha eğlenceli olan enstrümental kısımlarını sevsem de konserin, bütün olarak baktığımda başarılıydı diyorum.

Eğer siz de afişlerini görüyor ve benim gibi ne olduğu hakkında düşünüp ama kimseye bir şey sormuyorsanız, yine de Selim Sesler'i kendi başınıza keşfetmenizi tavsiye ederim. Eğlenceli roman havalarını seviyorsanız güzel bir akşam geçirebilirsiniz.

Yazıyı okuduktan sonra beni sempati ile karşılayıp, arkamdan salak, gerizekalı ve benzeri kelimeler söylemezseniz sevinirim.

Saygı ve sevgilerimle.

Esra

26 Aralık 2009 Cumartesi

Hoşçakal Vic




Vic Chesnutt öldü. 45 yaşında intihar etti ve girdiği komadan kurtulamadı. Küçük yaştayken trafik kazasında ayaklarını kullanamaz duruma geldiği için tekerlekli sandalyeye bağımlı yaşıyordu. Ama ayaklarının önemi, müziğine ve sesine ve gitarını çalan parmaklarına nazaran o kadar da önemli değildi. Ya da biz yanılıyorduk. Zira hastane masrafları 70,000 doları bulunca artık bu paraları ödemek istemediği için, kendi ifadesiyle "Screw you death!" diyerek intihar etti. Yine kendi deyimiyle "müntehir" bir insandı. Onu çeşitli işlerinin yanı sıra bilhassa ASMZ'yle çıktıkları şovlardan ve son albümünden tanımıştım. Constellation Records bünyesinde bulunuyordu ve müziğinde daha da özgürdü.

Artık özgürlüğü kelimelerle ifade edilemez.

Hoşçakal, Vic...

"Artık ne çok 'obituary' okuyoruz değil mi?" - U. Baker



28 Kasım 2009 Cumartesi

Ce n'est pas moi qui clame!



Ce n'est pas moi qui clame,
C'est la terre qui tonne!

"Haykıran ben değilim/Gürleyen toprak!" diyor az aşağıdaki videoda Bertrand Cantat. 2002'de Paris'teki bir konserlerini bu parçayla açmışlar. Benim daha evvelden bildiğim bir parça değildi, zira bir tek bu konserde çalmışlar, "Noir Désir en Public" isimli live albümünde yer alıyor zaten. Noir Désir'i çok fazla anlatmaya gerek yok, müziğine, yaptıklarına, Cantat'nın trajedisine çoğumuz aşinayız. Ama grubu çok daha önemli yapan şey ne kadar katılınır bilmiyorum ama Cantat'nın yaşayan en büyük vokallerden olduğu. Onun şimdiye kadar yaptığı ileride Jacques Brel'le, Jim Morrison'la karşılaştırılacak; vokal tekniği, tonlamaları, sahnesi, vs.

Her neyse. Bahsi geçen parçanın videosunu izlemeye durun siz, videonun altında da sözlerini bulacaksınız. Sözler de başarılı bana kalırsa.

Marxist Clubber hepinize iyi bayramlar diler!

Edit: Yoğun istekler üzerine sözlerin berbat bir çevirisi yorumlar kısmına eklendi.

Edit 2: Bu işte bir iş var diyordum ki varmış. "Ce n'est pas moi qui clame" Attila József'in bir şiiriymiş. İşin güzeli, şiirin bir de İngilizce çevirisini buldum Google Books'tan. Onu da şuradan görebilirsiniz ve benim korkunç çevirime katlanmak zorunda kalmazsınız! :)



Ce n'est pas moi
Ce n'est pas moi qui clame
Ce n'est pas moi qui clame
C'est la terre qui tonne

Ce n'est pas moi qui clame
Ce n'est pas moi qui clame
C'est la terre qui tonne

Gare à toi, gare
Gare à toi, gare
Car le diable, car le diable est devenu démon

Fuis au fond des sources pures et profondes
Ohhh! Fuis au fond des sources pures et profondes

Oh! Plis toi dans la plaque de verre
Dérobe toi dans la lumière des diamants
Sous les pierres, parmi les insectes rampants et

Oh cache toi, oh cache toi dans le pain frais
Oh pauvre, mon pauvre ami

Infiltre toi dans la terre avec les pluies nouvelle
Oh mon pauvre pauvre amis
C'est en vain que tu plonge ton visage en toi même
Tu ne pourras jamais le laver que dans l'autre
C'est en vain que tu cache ton visage en toi même
Tu ne pourras jamais le laver que dans l'autre
Soit la lame de la petite herbe
Et tu seras plus grand que l'axe de l'univers

Oh machine, oiseaux, feuillage et étoiles
Notre mère stérile réclame un enfant
Oh mon ami, mon amour mon amour d'ami, mon ami, mon amour d'ami...
Que cela soit terrible.. ou sublime
Que cela soit terrible.. ou sublime

Ce n'est pas moi qui clame
Ce n'est pas moi qui clame
C'est la terre qui tonne!

15 Kasım 2009 Pazar

God is an Astronaut Dinletisi, 12 Kasım 2009


Efendim öncelikle çoook uzun zaman sonra bir merhaba. Bu kadar uzun zaman post girilmeyen blog -hele de kolektif blog- olur mu demeyin. Olur. En son 2 ay 10 gün önce bir video koymuş MT. Şimdi tekrar yazılara geri dönüş olacak diye umalım. Bu süreçte her birimiz için dönülmesi gereken önemli dönemeçler oldu diyerek kısa keselim. Mevzuya girelim.

God is an Astronaut İstanbul'a ikinci kez geldi. İlk gelişlerinde 2007 Barışarock sahnesini zapt etmişlerdi. Ben o konseri izleyememiştim, çünkü Türkiye'de değildim. Dolayısıyla bu bir karşılaştırmalı konser yazısı olmayacak. Ama bazı karşılaştırmalar yapılacak. Onlara geleceğiz sırayla.

GIAA konseri açıklandığında Türkiye'deki "post-rock" cemaatinde bir hareketlenme oldu haliyle. Neticede GIAA bu janrın önemli gruplarından biri ve 2007'den sonra bir de 2009'da konser verecek olmaları mühim bir gelişmeydi. Burada bu tür müziğe yakın duran, dinleyen, takip eden bir kitleden bahsetmek de lazım aslında. Nitekim Biletix de bunu duyururken "gizli" kalmış bu dinleyicilerden söz ediyordu. Velhasıl, bu izleyiciler için GIAA konseri, kıpırdanmalar son yıllarda artsa da, grubun dünya müzik endüstrisinden her daim uzakta -yani onun çevresinde- kalacak olan İstanbul'a geliyor olmalarından dolayı kayda değer bir gelişmeydi.

Konserin üstünden birkaç gün geçti. Bunları yazdığım saat Pazar'ı Pazartesi'ye bağlayan geceyi gösteriyor ve konser Perşembe gecesi (12 Kasım 2009) yapıldı. Perşembe gecesi için GIAA konserinden iyi alternatif olabilir mi? Daha da ötesinde, bu haftalar için GIAA konserine bilet almak birçok kişinin "to do list"inin en tepesinde yer alan maddeydi.

Organizatörler de bunun bilincindelerdi tabii ki. Konser için uygun görülen mekan: Jolly Joker Balans. Vaktiyle çok takıldığımız "rock bar"ların o sinir bozucu dizaynına denk düşen, içerisi kalabalık olduğunda insanların birbirini ezdiği bir mekan. Konserin bilet fiyatları: ilk satışa çıktığında 40 YTL, daha sonra Biletix üzerinden 50 YTL. Tanrı'ya şükür, sosyal çevremin geniş olmasından dolayı konsere para vermeden izleme hafifliğini yaşadım (special thanks to Sel ;) ). Zira buradan sonra anlatacaklarım 40-50 YTL verilen konserin nasıl olmaması gerektiği üzerine.

Öncelikle şunu söyleyelim. Bir Perşembe gecesi, yani ertesi gün birçok kişi için mesai veya okulun olduğu bir gece, bir konser saat 23.15'te başlamaz. Bu en hafif deyimiyle çakallıktır, şark kurnazlığıdır. Saat 21.00'de, 22.00'de mekana geleni bol bol içirmek suretiyle söğüşlemenin amaçlandığı bir basitliktir. Buna işletme mantığı denebilir; Türkiye'de kapitalizmin işletme mantığı müşteriye/tüketiciye yapılan her türlü saygısızlığı doğal karşılar nasılsa. Bunu aklımızda bir tutalım.

İkinci olarak: Balans gibi bir mekanda konser düzenlemenin abukluğunu geçtim, buraya biletli 800 küsür kişiyi sığdırmak nasıl bir açlığın tezahürüdür diye sormak gerekiyor. Bir yandan ayağına basan adamdan kaçarken, "Bira içen var mı?" diye soran garsonla çarpışmak, önünden geçen kızın orasına burasına değmemek için kasmak takdir edersiniz ki konserden çok şey götürdü. Dedim ya, ben para vermedim, inatla içeride de Balans'a beş kuruş kaptırmadım. Ama ya diğerleri?

Bu tür konserlere gidip katılan, izleyen, "sosyalleşen" bir kitleden bahsetmiştik. Bu kitle, onların parasını söğüşleyen bu kargalar güruhuna karşı tepkisiz kaldıkça bu işler böyle devam edecek ne yazık ki. Sonra da "Ay şekerim şu grubu izledik, süperdi" denilecek. Hayır efendim, sen o grubu izleyemedin ki! Sen orada bulundun sadece. Ne anladın o ortamdan? Kötü bir ses düzeni var bir defa, mekan konsere uygun değil, içerisi hınca hınç dolu... Sen GIAA konser biletini odandaki panona astın ama ne işe yaradı? Üstelik 10-20 lira da değil, 40-50 lira verdin. Üstelik orada üç tane Beck's içip 30 lira daha harcadın. Taksi parasıyla toplam masrafın 100 lira.

Diyeceksiniz ki, parası olan verir kardeşim, sana ne? Tabii verir, bana ne, ama ben isterim ki bu memlekette sadece parası olmayanlar değil, parası olanlar da hesaplı yaşasın. Hesaplı yaşamak, daha azını vermek değil. İsterse bugün harcadığının üç mislini harcasın. Ama hizmet alsın karşılığında. Kulunuz, Paris'te iki önemli konser izledi, biri Mogwai diğeri A Silver Mt. Zion. Birincisi 30 euro, diğeri 20 euro'ydu. Gittim, izledim, içtim ve keyif alarak geri evime döndüm. Sadece ben değil, hemen herkes öyleydi. Orada da çok para harcanabilir, buradakinden daha fazla harcanır hatta. Ama parasını verdiğiniz şeyin karşılığını alıyor olmak ve "Lanet olsun size!" dedirtmemek önemli bir ayrım.

Orası Paris ama demeyin. Bu hiçbir anlama gelmeyecek. Oradaki kulüpleri işletenler de yatırım yapıyor, buradakileri işletenler de. Buradakiler, oradakilerden daha az zengin değil. İnsan kendi sermayesiyle oluşturduğu organizasyonuna, mekanına, vs. yatırım yapmazsa, bugün böyle hevesli gençleri toplama kampıymış gibi bir barın içine balık istifi gibi sokar ama yarın işin hakkını veren biri çıkar (çıkmalı!) ve senin şimdiye kadarki çakallıklarını sana yedirir. Ben de buradan bakıp "Beter ol!" derim, zaten diyorum.

GIAA'ya gelirsek... Üç albümleri var, post-rock denen henüz-tanımsız janrın en tipik grubu olarak gösterilirler birçok eleştirmen tarafından. Ambient tarzlarını melodik bir sound'la birleştiren ve tabir-i caizse insanın kanına çok çabuk giren bir grup GIAA. Ancak pek deneysel sayılmazlar ve müziklerindeki formlar çok muhafazakardır. 4-5 dakikalık parçalar, klavye girişleri, hızlanan bir ritim ve gitar dominasyonundaki bir müzik. Sözlerle hiç işleri olmaz -ki severim bu yönlerini.

Ancak GIAA bir konser grubu değil. Bu konserde de izleyici şöyle yamultan, müziklerini farklılaştırabilecek işlere hiç kalkışmadılar. Projeksiyon aletinden yansıtılan ve çalınan parçalarla uyumlu görseller dışında. Onları da varolan hengamede takip etmek kolay değildi zaten. Konser sonrası yorumlarda "GIAA çok iyiydi, sanki CD'den çalıyormuş gibi çaldılar" türünden saptamaların çokluğu da, söylemek istediğim şeyi destekler nitelikte sanıyorum. Bir grubun "live" performansında "stüdyo"daki gibi bir işe imza atmaları kimilerince hoşlanılacak bir şeymiş gibi görünse de, ben bunu canlı performansların ruhuna uygun bulmuyorum pek. Neden o zaman konsere geliyoruz ki?

Yine de bu GIAA'nın değerinden bir şey götürmez elbette. Sevdiğimiz saydığımız bir gruptur ve onları görmüş olmakla listemize bir çentik daha atmış olduk.

7 Eylül 2009 Pazartesi

Jimi Hendrix - All Along The Watchtower