8 Mart 2009 Pazar

BASIC INFO


Title: Music is a device and devices are everything
Artist: Biz
Album:
Marxist Clubber
Year: 2009
Genre: Müzik üzerine bir blog

Comment:


Bu aslında bir hoş geldiniz yazısı olmalıydı, ya da programcılar dünyasındaki meşhur klişeye başvuracak olursak; ‘Merhaba Dünya’ yazısı. Böyle bir dünyaya bir site –daha- getirmek istemezdik sevgili okur. Kesinlikle istemezdik. Ama oldu bir kere. Milyarlarca kez olduğu gibi yine oldu. En şanslı ve hızlı, üç aşamada sonlanan ‘blog yarat’ tıklamasını biz yolladık server’ın yumurtasına. Ve şimdi karşınızdayız.

Niyetiniz ne, lafı niye durmadan dolandırıyorsunuz, ne demek istiyorsunuz, siz kimsiniz? Şimdilik aceleyle not alabildiğimiz sorularınız bunlar. Her bir sual yavaş yavaş cevaplarını bulacak, her şey tek tek aydınlanacak. Ama şimdi, tam da şu anda dinlemekte olduğunuz/dinlemekte olduğumuz müziğin tadını çıkarsak olmaz mı?

Öyleyse ufak bir sus. Siz ne kadar isterseniz o kadar sürecek bir sus var şurada, önünüzde, tam da köşeli parantezlerin içinde: [ ]. Nerede bu diye sormazsınız sanıyorum. Çünkü o sus, o boşluk, dinlediğin şarkıyı oluşturan onlarca saniyeden sadece biri. O sus, bu sitenin muhteviyatının yegane kaynağı. O sessizliği/boşluğu sen/biz dolduruyorsun/dolduruyoruz farkında olmadan.

Sorularından birinin yanıtı geliyor hazırsan, boşluklardan sıradaki savuşturduysan: Biz müzik hakkında yazmak isteyen bir grup homo sapiens’iz. Oh mondiö! Böyle bir girişe başka nasıl bir yanıt verilebilir ki? Oysa oldukça açık, lafı dolandırmayan bir yanıttı. Kendince gayet açıktı. Ama niyetimizin ne kadar yakınından ‘geçtiği’ bile tartışma konusu aslında. Dedik ya, kulağımız bir yandan müzikte şu satırları kaleme alırken ve inan şarkıların getirdikleri kadar götürdükleri de var. Mesela dinlemekte olduğumuz adı bizde saklı şarkının çıkardığı yangının bizi ilk götürdüğü yer, zihnimiz bir solucan deliğinden diğerine atlayarak yaşam şeridimizin olmadık bir bölümü oldu: Bir kadın, bir adam, bir sokak, bir kafe, alkollü bir gecenin pasaklı sabahı, tıka basa dolu bir otobüsün en olmadık yeri, kalacağımızdan emin olduğumuz bir sınavın ilk dakikası, berbat bir koku, soğuk bir gün, güzel bir gün, lanet bir gün, güzel bir koku, bembeyaz eller, kötü bakan gözler, büyük ve gerçek bir kayıp, derin bir yara, hiç olmadı bir dostla paylaşılan, yerimize göre sol ya da sağ kulaklık...

Tamam, baştan başlayalım. Biz müzik hakkında değil, müzik üzerine yazmak istiyoruz. Bildiğiniz düz anlamıyla. Müzik üzerine. Kendi keşfimiz olan, birilerinin arkadaşımıza verdiğimiz kulaklık nedeniyle gergin ve tedirgin zarı fazla titreşmeyen kulağımıza adını fısıldadığı, olmadık bir DVD’ye kopyalayıp kendince adlandırdığı bir seçmeden etrafa saçılan... her neyse işte, bir şekilde dinlediğimiz ve ‘beğendiğimiz’ müzik ‘üzerine’ yazmak istiyoruz. Müziğin kendi çok anlamlı yapısından faydalanarak susların ekolayzırda oluşturduğu derin kanyonları kendi cümlelerimizle doldurmak niyetimiz. Zira müzik ‘hakkında’ yazmanın üstesinden gelebilmek, halihazırda yazının hakkı teslim edilmeyi beklerken oldukça zor. Bunu yapanlar olmadı mı şimdiye kadar? Eleştirel anlamda kuşkusuz oldu. Teorik açıdan inanılmaz doyurucu şeyler dinlemekten sıkılanlar okuma aşamasına geçmek niyetindelerse, Adorno onlara yardımcı olabilir bütün jazz düşmanlığıyla! Ya da Boris Vian tercüme edilmeleri için uzun yıllar toplu ayinler yapmamız gereken jazz müptelası kelimeleri arasından fışkıran trompet sesleriyle tatmin edebilir meraklıları. Veya Julio Cortazar, müzik yapmakla yazmak arasındaki farkı ortadan kaldırdığı metinlerinden size muhakkak el uzatacaktır.

Bizim niyetimiz ise başka. Biz müzik üzerine yazarak, herkesin kendi palimpsestine sahip olma hakkını, bir kez de müzikte savunuyoruz sadece. Yazılarımızda bu yüzden binlerce kez ‘ben’ diyeceğiz. Demiştik ya, kendi şarkımız olacak anlattığımız. Dinlenen şarkının çıkardığı yolculuktan döndüğümüzde biz de şarkı da değişmiş oluyor her seferinde. Ve kağıt üzerinde meramını döken bir başka biz, dökülen meram da bir başka şarkı ‘üzerin(D)e oldu-oluyor-olacak, mecburen. Böyle bir karmaşada bir sabit gerekmez mi? Bir nirengi noktasına muhtaç olmaz mı insan? Tutunacak bir yer lazım gelmez mi? Bu sabit biz olursak çok mu öfkelendirir sizi kullandığımız notasyon? Ben=X eşitliği canınızı sıkar mı? Peki, değişkenimizin kendisinden söz etmekteki ısrarcılığı tadınızı kaçırır mı?

Eğer müzik hakkında yazacak olsaydık, bugüne kadar çok denenmiş bir şeyi yapacak olmamız, mecburen bizi belirli bir söylemin zincirine ait halkalardan biri olmak zorunda bırakabilirdi, evet, bu olabilirdi. Tek bir örnek vermek yeterli olacaktır. Müzik hakkında ‘olabildiğince’ objektif bir tavırla, hem paylaşımcı hem de eleştirel bir tavırla Limbo Pillow adlı ‘stüdyo’da bu işi hakkıyla yapan biri var zaten. Buradaysanız, şimdi bu cümleleri okuyorsanız, Dream Endless’dan söz ettiğimin farkındasınızdır. Sizin gibi bizim de burada olmamızın önemli nedenlerinden biri Dream Endless. Ona bir selam çakmadan devam etmek olmazdı. Fakat biz onun değiliyiz. Bu da söylenmese olmazdı. Zira onun yapmadığı şey burada olacak. Tıpkı internet’in geri kalanında, ya da okuduğunuz bir kitabı bir diğerine bağlayan görünmez bağları takip ettiğinizde varacağınız uçta bulacağınız şey gibi, eksikleri tamamlayan ‘öteki’ anlam burada olacak, 30.000 parçalık yapbozun ait olduğu yere yerleşmeyi bekleyen minik Lorraine parçası... Tam olarak oturmasa da, en azından eksik parçayı andırmaya çalışacak.

Julio Cortazar, ‘Bir Kral ve Bir Prensesin Öcü Teması Üzerine Notlar’ adlı öyküsünün başında, bu öyküyü neden yazdığını okuruyla paylaşır. Yazmanın kendisi için ne kadar önüne geçilmez bir dürtü olduğundan dem vuran Cortazar, kendisini durdurmanın bir yolunu bulduğuna lafı getirir ve şöyle devam eder: “Bu öyküde ‘tuzak’, henüz yazılmamış bir anlatıyı Johann Sebastian Bach’ın Müzikal Adak adlı yapıtının kalıbına dökmekti.”

Size çekingen bir merhaba demekten kendini alamayan bu blog’un yapmak istediği şey, yaşamın her köşe başında bize kurulmuş tuzaklarla karşılaştıkça veya o tuzakları etkisiz hale getirdikçe, onlarla yaşadığımız mücadeleyi kağıda dökmek ve dinlediğimiz şarkılardaki ‘sus’ları malum kağıtlarla doldurmak. Kendimize ekolayzırımızda rahatça ilerleyeceğimiz bir düzlük yaratmak. Ekolayzır tutmasından bir mana çıkartmak niyetimiz. Tüm bu meşakkatli işlemlerin ardından da, doldurduğumuz susların üzerinden geçip, şarkıların sonuna, yani play list’imizin diğer ucuna, bir sonraki şarkıya, bir sonraki döküntülerimizle dolmayı bekleyen boş kağıda, bir sonraki derin ekolayzır kanyonuna, bir sonraki şarkıya varabilmek.

Sus.

Hiç yorum yok: