12 Mayıs 2009 Salı
Nasıl Olmuşsa Bütün Bu Olanlar
Nasıl biz bu kadar duyarlı olmuştuk. Edip Cansever’in “Mendilimde Kan Sesleri” şiirinin bir Ahmet Abi’si vardı, o da çok duyarlıydı. Nasıl olmuşta jenerasyonlar arasında, derin bir darbeyle öldürülmüş o duyarlılıktan nasiplenmiştik? Nasıl olduysa olmuştu işte.
Nasıl anlatılırdı başka bu konser bilemezdim. Bilemezdim, aynen o günkü hissettiklerim olmasaydı ve bana müziği böylesine yaşama fırsatı vermeseydi. Pazar Pazar, önceki günden duvarlara pırpır çarpan heyecanımı yansıtsın, gözlerimdeki derin önemi vurgulasın diye kravatımı taktım, ama emocu gibi sarkıtarak değil sıkı sıkı bağlayarak taktım evden çıkmadan. Bir sirke gidiyordum ve bunu asla mecazi anlamda söylemiyorum. Bula bula şehirde bir sirki bulmuşlardı konser için.
Haftalar önce en vurucu şarkılarını özenle derledim ve mp3 halinde bir arkadaşa verip ayarttım onu. Beş defa da sordum “Emin misin gelmek istediğine?” diye. Nereye gittiğini bilmiyordu oysa ki, aynı şu anda siz gibi. Benimse adımlarım oldukça emindi.
Yurtdışında yaşıyorum ve aslında şikayetlenecek pek bir durumum yok, hayattan şikayetlenen insanlardan da açıkcası pek hoşlanmam. Konser öncesi günlerde yurtdışında yaşamanın zorlukları biraz kasıtlı olarak, birazda tesadüfen üstüste gelmişti ve ben konsere özlem ve isyanla karışık bir duygusallık içinde gittim. Nasıl olmuşsa bir şehir ve içindeki ruhlar, beni bu kadar zorlamıştı, ait olamasam da kendi ritmine katmıştı ve ben de tam bu kısmını kendime yediremiyordum.
......
Ah güzel Ahmet Abim benim
insan yaşadığı yere benzer
O yerin suyuna, o yerin toprağına benzer
.......
Konser sahibine gelince, nasıl olmuşsa olmuştu, böyle biri kalpleri soğuk, çeneleri dik adamların diyarı olarak bilinen Britanya’da yetişmişti. Zamanı geldiğinde de, iyi etmişte New York’a yerleşmişti –ki müziği ve çevresi olgunlaşmıştı. Yaşadığı zorluklardan mı yoksa büyücek bir kalpten mi nedir aşırılık haddinde duyarlı olmuştu...
Bizim coğrafyamızdaki değerlerimiz ve o doğrultuda şekillenen yetiştirilişimizden farklıdır bu aşırılık. Bizim için mütevazi olmak, aşırılıktan kaçmak ve herşeyi kararınca yaşamak makbuldür. Kendimde de bulurum zaman zaman bu erdem ve kısıtı. Sanata gelince ise ben burada bir parantez açma taraftarıyım. Sanat, zihnin arka bölmesindeki odanın içindekilerin tasarlanıp, zihnin önündeki odada, duyularımızın frekansına uyarlanmasıdır. Bu noktada kaçılmış aşırılık kabul edilebilir, ne de olsa mesaj onlarca süzgeçten geçip varacağı noktaya ulaşacaktır. Ben sadece şunu sordum o gecenin sonunda; anlaşıldığı üzere aşırılığa göz yumarım ama bunca doğal ve suni süzgeçten geçen şey nasıl olur da bana, bu kadar ulaşıyordu? Nasıl olmuşsa, oldu.
Herşey hazırdı. Ben, kravatım, davullar, gitarlar, sahne ve tabii ki, aynalardan yansıyan hisleri paylaşmak için yanımda dikilen yakın arkadaşım.
Sirke girip yerimizi aldık. Baştan aşağı zombie makyajlı bir bayan sahne aldı. Ellerinde kemiğe benzeyen uzun metalik renkli çubuklarla insanın ensesini ürperten bir dans gösterisine başladı. Zaten çok da pozitif frekanslı bir mesajla, az sonra başlayacak konsere bizi hazırlayamazdı. Arkada çalan bol tekrarlı ama altyapısı iyi işlenmiş elektronik müzik sırasını kuş seslerine bırakırken, Antony Hegarty ve 6 kişilik The Johnsons sahneye çıktı. Gereksiz selamlama konuşmasına hiç yeltenmeden konsere yeni albümden üstüste çaldığı 4 şarkı ile başladı. O ara vermeden devam ettikçe, geç gelen veya bira almaya kalkan densizlere hiç kulak asmadan benim konsantrasyonum dahada derinleşiyordu. Birkaç kez arkadaşımı dürtüp “buradamısın, sanırım ben baya bir uzaklara gidipte döndüm“ dedim. Sessiz bir şekilde dinliyordu ve onunda aynı büyüde benzer bir yolculukta olduğunu farketmem beni mutlu etti. Yukarıda belirttiğim üzere aşırı derecede duygusal yoğunluk ve duyarlılık içeren bu anları, insanın kendi içinde tek başına yaşamaya mahkum olduğuna inansam da, birinin tanıklık etmesi bu tecrübeyi daha somut bir hale sokuyordu. O benim kafamın içinde dönenleri asla bilemezdi ve anlayamazdı ve ben de onunkileri, fakat benzer bir yolculuğa bir yandaşla çıkmak insanı daha cesaretlendiriyordu.
Yeni albümdeki şarkıları konser öncesi ezberleyemediğimden, yolculuktan kendime gelmem ve normal bir konser psikolojisine girmem ancak 5. şarkıda oldu. Notalar ve aşırı duyarlılıktan titreyen ses beynimde çok bilindik bir odaya teşrif ettiler ve “Cripple and the Starfish” e eşlik etmeye başladım... “It’ll grow back like a starfish” diye mırıldanıyot ve bunu yaşamış biri olduğumdan, içimden Antony’ye küfürler ediyordum. Hayatın gerçeklerinin zihnin odalarında yoğurulup melodilerle bize ulaştırılması her zaman takdir edilmelidir. Bu gerçekler eğer dinleyici tarafından da tecrübe edilmişse, okkalı bir küfür etmek bence kabul edilebilir. İlkgençliğinde Radiohead’den Creep’i dinleyip “bu şarkıyı ben yazmalıydım, neden bu p.. kuruları benden önce davranmış” diyen varsa bana bu konuda bana hak verecektir.
Kimse o konsere o kadar parayı şovmen izlemeye, gülüp eğlenmeye vermemişti. Tahminimce 1500 kadar kişi vardı içeride ve hepsi Antony’nin parmak uçlarının piyanoda dolaşmasına odaklanmıştı. Bizi selamlaması sanırım ancak 7. şarkıyı buldu. Hemen sirki nasıl seçtiklerini anlattı. Önce bir konser salonu ile anlaşılacakken, menajer’i “Bir de bir sirk var Münih’te” demiş ve o da hiç düşünmeden kabul etmiş. Sebebini hemen sonra söyledikleriyle bize anlattı ve sirkin kaç yıllık olduğunu seyirciye sorduktan sonra; “Sirk denince hemen diğer seçenekleri Oturduğunuz yerlerde nice insan kahkaha atmış olduğunu bir düşünün, nice çocuğun. Belki çocuk olarak burada o kahkaha atanlardan bazıları sizdiniz.” dedi. Nasıl olmuştu da her noktaya aynı duyarlılıkla yaklaşabiliyordu? Dahası, bu şehirden nasıl sirki hınca hınç dolduracak kadar duyarlı insan çıkmıştı? Önyargı çok çirkin bir inanmışlıktı ve bu konser beni biraz olsun bu yöndeki eğilimlerimden arındırmıştı.
Yeni albümün sarsıcı şarkılarının yanında, “You’re My Sister”, “Fistfull of Love” ve “For Today I’m a Boy”, “I Fell in Love with a Dead Boy” gibi eski hitlerle konserdeki kişisel yolculuklar, göz açıp kapayıncaya kadar geçti, gitti. Bense yeni albümdeki favorim Daylight and the Sun’ı ve yıllardan beri bir türlü sıkılamadığım Twilight’ı istiyordum ama BIS’de bile bu ikisini çalmadılar. Nasılsa, hayat devam edecekti ve en azından bana eve dönünce dinlenecek bir iki şey kalmıştı.
Arkadaşımla neredeyse hiç konuşmadık konser boyunca. Sonuna doğru, “For today I’m a boy” şarkısından sonra, şarkıda umduğu gibi güzel bir bayan olamamışsa da, Antony’nin yaşadığımız şu dünyanın az sayıda güzelliklerine dair birşey olmayı başarmış olduğunu söyledim. Bıraksa bıraksa, çatır çatır hüzün bırakırdı bu kadar Antony şarkısı üst üste, Fakat ben onun bunca yakaraşından sonra onun için de mutluydum. Bu kadar duyarlı olan birinin hayattaki güzellikleri de aynı duyarlılıkla görebileceğinden emindim. Bizim oturduğumuz koltuklarda bizden önce oturmuş olan çocukların sirki izlerkenki kahkalarını, muhtemelen ordaki birçoğumuzdan daha iyi duyumsayabilirdi.
Konser bitti, perde kapandı, ışıklar söndü. Doğal ve naif bir umutla, karanlığın gölgesinde yazılmıştı tüm şarkılar ve ışıklar sönünce hayattaki diğer herşey gibi anlamlarını buldular. Demin çıkmışlardı sahneye, nasıl olduysa hemen bitivermişti, açıkcası konseri bekleme dönemindeki tarifsiz heyecanım, bir buçuk saatin sonrasında biraz buruk kalmıştı. İçimde apağır bir bulutu ardlarında bırakarak sahneden indiler, öyle ki dudaklarım kurumuştu ve susuzluğuma sadece sert bir içki iyi gelebilirdi. O bir buçuk saat, unutamayacağım anlar arasında yerini aldı.
Nasılsa kendimi yatağımda buldum. Nasıl olduysa tavanımda yıldızları seyrediyordum. Nasıl da denk gelmişti hayatıma dair herşey ve (yaşamın bütünlüğünde aynı zamanda önemsiz ve unutulmaz olacak) hislerim konser tarihine bu kadar yakışır bir hal almıştı. Ve nasıl da aklımda dönüyordu o şarkı. Nasıl da kendimi tamda o şarkıdaki hislerin aynılarını hissetmenin yüceliğine uygun görme cüretinde bulunabiliyordum?
......
We live together in a photograph of time
Now I look into your eyes
And the sea is opened up to me
......
Güzelliklere duyarlılık ve bir güzelliğin bir diğerine değmesine hislenmekten hoş ne olabilirdi?
Ama
......
Ahmet Abi, güzelim, bir mendil niye kanar
Diş değil, tırnak değil, bir mendil niye kanar
Mendilimde kan sesleri.
......
p.s. Yazıdan bağımsız olarak, albüme dair de bir iki laf etmek istedim... Yeni albümü diğerlerine nazaran kesinlikle daha olgun olmuş. Bir sürü sevdiğim grup/müzisyen gibi Antony and the Johnson’s da ilk 2 albümlerindeki iddialı şarkılara yoğunlukla yatırım yapmışlardı ve böylece ilgimi çekmişlerdi. Aynen o sevdiğim diğer gruplar/müzisyenler gibi bu son albümlerinde (ki bence olgunluk dönemi albümleridir) ise tüm şarkıları üst düzey bir müzikal düzlemde yaratıp, melodi zenginliğini olabildiğince eşit olarak yaymışlar. Çoğul sözediyorum ama tüm şarkılar Antony’nin kendisine ait ve şarkıları sözettiğim şekilde yaratmanın yanında, kendine özgün yorumu ve daha fazlasını hayranlarının beklentisi doğrultusunda ortaya koymuş. Benim gibi, o hüzünlü sesi Coco Rosie’nin Beautiful Boyz’unda sevmiş iseniz, The Crying Light albümünü edinmenizi şiddetle tavsiye ediyorum!
Etiketler:
anthony and the johnsons,
guest-writer,
shadowplay
Kaydol:
Kayıt Yorumları (Atom)
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder