9 Nisan 2009 Perşembe

(...)


7-8 Nisan

Canım bugünler hakkında yazmak istemiyor. Radiohead dinlemek istiyor sadece, siz de deneyin, hatta söyleyin de...

Big ideas (Nude)

don't get any big ideas
they're not gonna happen
you paint your house white and feel the noise
but there'll be something missing

and now that you found it, it's gone
now that you feel it, you don't
i'm not afraid

she stands stark naked and she beckons you to bed
don't go you'll only want to come back again

so don't get any big ideas
they're not gonna happen
you'll go to hell for what your dirty mind is thinking

and now that you found it, it's gone
and now that you feel it, you don't
i'm not afraid.



Siz de homurdanın

7 Nisan 2009 Salı

Taksiler neden siyah giyer?


6 Nisan

Sabah uyandığımda aslında akşam olduğunu fark ettim. Saat çoktan 1600 pm olmuştu bile. Akşamdan kalmak güzel bir şeydi. Hala bir yarım geceki konserde takılıyordu kafasına göre.  Ama şimdi kahvaltı falan yapmak gerekir diye düşüncelerle boğuşmak zorundaydım, zaten bu düşüncemi de kendimi sokağa atmam takip edeceği için, çıkınca bir şeyler tıkınırım şıkkıyla kendimi avuttum. Bir şeyler yemem lazımdı ama buralarda simitçi de bulunmazdı ki. Boş verdim yemeği, müzikti ruhun gıdası ve pek tabii sigara, evet! 

Sakallis’in sadece turne için bana verdiği Goerge Best tişörtünü üzerime geçirdim. Pantolon dünkü pantolondu. Kıytırık montumun içine sokuşturdum kendimi. Kuzgun Leşe’nin South West hava yollarından ayarladığı Bristol-Manchester uçak biletime baktım. 6’da kalkıyordu uçağım, acele etmem lazımdı. 1 saat içinde, yani saat 7’de Manchester’da olacaktım. İçimde hafif bir telaş vardı, ama otelden ayrılırken telaş sandığım şeyin karnımın gurultusu olduğunu anladım.

Ne geceydi ama dünkü, diye düşündüm. Kalemim ve artık bitmek üzere olan Moleskine defterim çantamda bıraktığım yerde mi diye kontrol ettim. The Croft’taki konser çok sıkı geçmişti. Gerçi yalnız da çekilmiyordu hani ya, neyse. Yine de güzeldi. Yine bir taksi ve havaalanı döngüsü içinde buldum kendimi. Bu kez taksi şoförü susmak bilmiyordu. Muhabbet Goerge Best’ten açıldı kaçınılmaz olarak.

Richard’la, Goerge Best’in çalım atarken ayakkabısının çıktığı maçtan söz ettik bir süre. Trafik sıkıştıkça Richard azıtıyordu. Birden lafı Best’in sadece bir maç oynadığı 1983 yılındaki Brisbane Lions günlerine getirdi. Bu konuda hiçbir malumatım yoktu, salak salak dinliyordum Richard’ı. Tek maç, sıfır pozisyon, sıfır asist, sıfır sıfırlık skor. Ne vardı ki bu kadar konuşacak?

Brisbane Lions da her şey gibi yıllar içinde değişmişti... Bu Avustralyalı takımla Best’in ne alakası vardı? 2005 yılında tekrar kurulan, adı değişen bu takım hakkında hüzünlü cümleler kuruyordu Richard. Best’in İrlandalı Tobermore United ile çıktığı son maçtansa sondan bir önceki maçı Richard’ı daha çok ilgilendiriyordu. Ben camdan sokakları seyretmekte karar kıldım. Richard konuşuyor, konuşuyordu. Tam o sırada Peter Greenaway’i neden sevdiğimi anımsadım ve İris Murdoch’ı neden merak ettiğimi, biranın neden hep bana iyi geldiğini de. Gece bira içecektim bu kez. Bu ada sevdiğim her şeyi bünyesinde barındıran büyülü bir yerdi. Fakat Richard manyak bir kırmızı şeytanlar taraftarıydı ve ben Sir Alex Ferguson’dan nefret ediyordum. Yemedi tabii İngiltere’de Sir Ferguson’a laf etmek. Ben de sustum. Kafamı salladım, ya ya sorma gibisinden laflar ettim. Ama içimden bir ses de “Sizi nasıl elemiştik ama sahanızdaki 3-3’lük gollü beraberlik sayesinde” demiyor değildi hani. Tahmininiz doğru, demedim. Manasız gülümsememin nedenini sorgulayamayacak kadar arabasını kullanmakla meşguldü Richard. Hava dünkünden farksızdı. Yine yağmur, yine kediler köpekler. 

İngiltere’de bana ters gelen tek şey sadece trafiğin akış yönü değildi. Durgun ve kendinden emin insanları sokaklar boyunca gördükçe bu adayı daha fazla sevmeye başladığımı fark ettim. Tıpkı bir kadına bağlanmaktan korktuğum gibi korktum bu kentten, gideceğim kentten ve suyun üzerinde mağrur biçimde salınan adadan. 

The Croft’taki konser gerçekten inanılmazdı. İlk albümlerini tamamen çalmaları zor olmadı. 3 adet şarkı barındıran dev albümlerini binlerce kez dinlemiş biri olarak kendimden geçmem için koşullar olgunlaşmıştı. Votka+TPSQ+karanlık bir ortam. Her şey gerçekten harikaydı. Yeni albümlerinden birkaç şarkı çalmaya başladıklarını fark ettiğimde, ense köküme 4 grostonluk bir transatlantik demirlemişti. Demek ki İngiltere’de de alkol şişede durduğu gibi durmak niyetinde değildi. Bu kural, yerçekimi gibi yerkürenin her köşesinde hiç şaşmadan işleyen bir kuraldı. Geminin yüklerini, konser ilerledikçe bir dert limanına dönüşen bendenizin üzerine yığmasına izin verdim. Natilüs’e binip derinliklerin keyfini çıkardım. Birden kaptan Nemo’dan okkalı bir azar yedim! “Ne yapıyordum be birader yolun ortasında?” Dünyanın diğer ucundaki Coen’lere selam çakıp duruldum. Bir garsona çarpmıştım şarkıların olmayan sözlerini The Croft’un orta yerinde yazıp, o dev boşlukları doldurmaya çalışırken.

Havaalanı demek kapanacak telefonlarını son ana kadar olabilecek en verimli şekilde kullanmak isteyen insanlar, dizüstü bilgisayarlarında başyapıtlarını tamamlayan takım elbiseliler, frişoplardan alkol toparlayan saygı duyulası insanlar demekti. 6 Nisan yazımı tamamladıktan sonra ciddi editörlerim Sakallis ve Kuzgun Leşe’ye yazımı mailladım. Sakallis “Lan hani konser detayları”, Kuzgun Leşe “Başlıcam senin tribal ruh hallerine” diyecekti, biliyordum ama ben mutluydum, zira Manchester’a gidiyordum ve bilmiyorum, The Pirate Ship Quintet’i seviyor muydu ama, George da, o sihirbaz 10 numara da benimle geliyordu. İstikbal göklerdeydi. Sıra ise Dry Bar'da ve korsan gemisine binmekte.


Kıskançlığın Kronolojisi



Sevgili Okur,

Öncelikle affınıza sığınarak başlayacağım bu yazıya. Bu Blog’un ağırlığını kaldıracak kadar yazınla içli dışlı değilim fakat müzikle ilgili yazma fikrine karşı koyamadığımdan ve blog sahibinden torpilli olduğumdan dolayı bu yazıyı sizinle paylaşıyorum.

Aslında “Seni anlıyorum” kelimesinin anlamsız olduğuna ve bir paylaşımın sadece paylaşanın kendi yaşam tecrübesiyle sınırlı olduğuna inanmaktayım. Yine de hissedilen ve belki saniyeler, en çok dakikalar süren anların insan ömründe öneminin farkındayım ve yine bu yüzden bazı riflerin, ritmlerin ve titreşimlerin bendeki yansımasını burada anlamlı bir şekilde kelimelere dökmeye çalışacağım.

Andy Warhol’a yaşadığı yıllar, hayatı yaşama ve hafife alma şekli yüzünden her zaman beni derinden etkilemiştir ve onu içten içe değil, açık açık kıskanmışımdır. Ve onun kendi kelimeleriyle diyebilirim ki, mütevazi hayatımda çenebazları hep güzelliklere tercih etmişimdir. Güzellikler olmasa bu dünyada konuşulacak çok az şey kalacağı doğrudur fakat bu yazıda da değineceğim gibi çenebazların ağzından dökülen güzelliklerin daha söz etmeye değer olduğunu düşünüyorum.

Bir başka kıskandığım kişiyse David Bowie’dir. Ona hayranlığım çok zamandır bakidir, fakat onu kıskandığımı fark etmem çok yakın bir zamanda, daha geçenlerde promili yüksek bir gecede videolarını izlemeye koyulmam sırasında olmuştur. Kıskanmamın neden ise, kesinlikle ünlü bir ex-model olan eşi Iman Abdulmejid ile Manhattan ve Londra hattı arasında yaşaması değildir.

Kıskançlığım sebebi, müzik listemde şans eseri açılınca Youtube’dan “Acaba canlı kaydı nasıldır?” diye arattığım bir şarkıydı. Şarkı “Wild is the wind”di deyince, bazıları aman bu kadar uzun uzun ondan mı bahsedecetin diye düşünecek, bazılarıysa Bowie’den Let’s Dance çalsın klasikleri sahiplerine bırakalım diyecektir. Her iki grupta yüzde dümdüz haklıdır, bense bu Blog’un şemsiyesi altında kendi tecrübemi anlatacağım.

Arama sonuçlarında canlı versiyonu çıksa da, siyah beyaz çekilmiş klibi de çıktı ve ben müzikte kronolojiye ekseriyetle önem veren biri olarak tabii ki işe önce orjinalinden başladım. Ve sanırım kendime gelene dek orada baya bir süre takılı kalmışım...

Siyah beyaz çekilen klip, tam olması gerektiği bir fontla yazılan “Wild Is The Wind-1981-Directed by David Mallet” yazısıyla çekici bir girişle başlar- sonradan öğrendiğim üzere David Mallet zaten çok revaçta bir klip yönetmeniymiş. Bowie’nin sırtına bakar kamera ve o yürüyerek siyah beyaz loş ışıklı oda da solist sandalyesine geçerken biz de sırayla ışığı ve sahneyi görürüz. Oturur ve birazdan duyulacak Playback’te neler yaptığını bilmenin verdiği kendine güvenle şarkının girişini bekler usulca.

Öteden beri “Wild is the wind” şarkısını severdim. Bowie 9 yaşındayken, yani 1956 da Johnny Mathis tarafından ilk defa aynı isimli film için kaydedilmiş olan bu şarkıyı en iyi yorumlayanın, en çok dinlediğim cover’ları olan Nina Simone mi, Cat Power mı veya David Bowie mi olduğunu, Bowie’nin videosunu izleyene kadar hiç düşünmemiştim. Vardığım sonuçsa oldukça kişisel. Bowie’ye sorsanız Simone diyebilir çünkü kendisi öteden beri hayranı olduğu ölümsüz siyahi diva ile Amerika’da tanışmasından hemen sonra bu şarkıyı yorumlamaya karar vermiştir. Fakat, bana sorarsanız Bowie’dir. Hiç biri yorumlarken onun yorumundakiyle eşdeğer bir şekilde, şarkı bir bütünüyle düşünüldüğündeki hisleri yansıtmayı başaramamıştır.

Simone’un yorumu Sezer Cumhur Önal’ında dediği gibi kadife seslidir ve bu yorum bir mizah konusu olsa da oldukça çarpıcıdır. Cat Power’ınki ise benim deyimimle şarkının akıllı bir şekilde kullanılan yumuşak bir tondaki yorumudur. Kanımca, Bariton olan Bowie’nin yorumu ise iniş ve çıkışlarıyla bu şarkının gayet klasik sayılabilecek sözlerini, yukarıda saydığım saygıdeğer bayanlara kıyaslan daha olması gerektiği hale getirmiştir. Gerçek her zaman görecelidir ama öyle ki, benim gerçeğime paralel hale getirmiştir.

Kıskandığım noktaya gelince...

Şarkının başında “love me” deyişleriyle başlamıştı aslında bu kıpırtı. İkinci kıtasıyla beraber, elleri çapraz bir şekilde dizlerinde birleştirip “You touch me, I hear the sound of mandolins..” diye şarkıyı kemiklerinde hisseden adam tavırları tepemi attırdı. Adam basbaya yaşıyordu her notayı! Sanki kendi eseri Rock & Roll Suicide’ı söylüyordu! Ve onun hayatında yaşadığı hisleri, onun yeteneğinden nasiplenmemiş olan milyonlarca insandan biri olarak kıskandım. Beni kıskandıran, hayatı mütevazı yaşamaya mahkumken onun dolaştığı dorukları hissedebilmekti ve onun bu hissi bu kadar net verebilmesi...

Deneysel rock müzikten, dans-rock tarzına kadar bir düzine müzik akımının yaratıcıları arasında sayılıp- yani o akımları da kemiklerine kadar hissedip size aktarmış olanlardan birisi olup, kendisi 9 yaşında bir İngiliz bebesiyken, yazılmış bir şarkıyı da tutkuyla hissedip herkesten iyi yorumlaması beni sarstı. Hem de çatır çatır.

Cover yapılacaksa yalnızca ama yalnızca bir yenilik getiriyorsa yapılması gerektiği inancındayım, albüm satmak için değil. Bowie’nin ondan öncekilere nazaran yeni yorumunun, diğerlerini kenarda bırakarak şarkının anlatmaya çalıştığı o 50’lerin fransız parfümü kokulu evrensel aşkını 12’den vurarak yansıtmasıydı beni kıskandıran.

Bazılarınıza göre videodaki bakışları ve göz kırpışları 80lerde çok yaygın olan “seyirciye oynamak” olarak algılanabilir, bence ise gerçek Bowie odur. Bunu emin bir şekilde söylüyorum çünkü bu bir rol olsa bile, Leonard Cohen şöyle demiştir: “Olmak istediğin gibi davran, kısa bir süre sonra davrandığın gibi olacaksın”. Bowie bir İngiliz fabl kahramanıdır ve her yeni müzik akımında, bir nota dahi geri kalmadan müzik tarihinde kendi karakterini yeniden kendi yaratmıştır. Daha kendisi İngiltere listelerinde bir numara olmadığı yıllarda Iggy Pop ve Lou Reed’in kariyerlerini sahiplenip, bizzat melodilere olan kişisel tutkusuyla yeniden canlandırmıştır.Ve diyeceğim odur ki, sizce şarkının kaydedilmiş en iyi yorumu olmasa dahi, Wild is the Wind’i onun ağzından bir kere dinlemenizi hak etmiştir.

6 Nisan 2009 Pazartesi

Nazdarovya


5 Nisan

Calvino’nun Marco Polo’su gibi kendimi kentten kente vurmadan önce bir an durdum ve düşündüm: ben ve İngiltere, ayran ve sigara gibi garip bir ikiliydik. Gerçekten de ayran ve sigarayı denememiş biri şu an yaptığım eşleştirmelerin ne manaya geldiğini kavrayamaz. O zaman biraz maziye dönelim.

Bir gece, ama gece dediğim kuşların ve kervanların görev yerlerini çoktan terk ettikleri saatler, bir yandan şimdi ne olduğunu unuttuğum bir müziği dinleyerek sigaramı tellendirirken birden boğazımdaki kuruluk beni çok ama çok rahatsız etti. Ağzım leş gibiydi. Keza ellerimde de öyle. Baya baya şiddetli bir sigara kokusuydu beni rahatsız eden. Ellerimi burnumdan uzak tutabilirdim, ama ağzımı söküp kendimden uzaklaştırmam olası değildi. Kalktım içecek bir şeyler aradım mutfakta. Ama ne kahve kalmıştı, ne de daldırma çay. Kavanozun dibindeki son kahveyi sabah ben içmiştim kırıntılarına kadar kullanarak, kahve sever babam intikamını almakta gecikmemişti ve son iki daldırma çayı tek seferde bir iş için evden çıkmamdan muhtemelen kısa bir süre sonra tüketmişti. Geriye çay demlemek ya da su içmek kalıyordu ki, o saatte çay demleyecek ve o çayın demlenmesini bekledikten sonra o çayı tüketecek mecalim yoktu. Öyleyse su içecektim, tabii midem kaldırırsa. Sigaranın ağızda bıraktığı kıvam ile suyu bir arada düşünemedim sabahın 5’inde. Midem kalktı gitti yattı. Acaba ben de mideme uyup sabahı mı bekleseydim? Yatıp uyuduktan sonra güzel bir kahvaltı yapıp, keyif çayımı yudumlarken mi tellendirseydim sigaramı? Yok. Sabrın sonu selametti ve ben o yöne gitmek istemiyordum. Kararım kesindi. Dolabı açtım, gazlı içecek familyasına mensup tek bir şey yoktu. Gözlerim beyaz plastik ayran şişesini görünce tek yuvada toplanma kararı aldı. Evet, ayranla sigara içecektim. Bu da bir imkansız buluşmaydı işte. Tıpkı benimle güneş batmayan imparatorluğun buluşması gibi. 

Ne kadar ironiktir ki güneş batmayan imparatorluğa indiğimde gökyüzünden yağmur artık bardaktan boşanırcasına değil, üzerime kediler ve köpekler düşüyormuş gibi yağamaya başlamıştı. Söz dizimi kaymış, atlaslar karıştırılmış, google earth’de dünya çapında belli belirsiz bağlantı sorunları baş göstermeye başlamıştı. Yeryüzü hayatım boyunca yaptığım en uzun seyahate hazır değildi belli ki. Ama ben İngiltere’deydim. Başarmıştım. İlk konser Bristol’deki Croft’taydı. Hemen havaalanından bir taksiye atlayıp oraya yollandım: 117-119 Stokes Croft Bristol, BS1 3RW / UK. 

Ben ayaklarımı toprağa bastığımda saatler 20.00’ı gösteriyordu. Geç kalmıştım! Birkaç saniye yetti kendime gelmeme. 4 saatlik uçuş aklımın da kanatlanmasına neden olmuştu. İngiltere ile Türkiye arasındaki 2 saatlik zaman farkını unutmuştum. Saatimi havaalanındaki bir görevlinin yardımıyla ayarladım. 20-2= 18. Saat 18.00 idi. Hemen koşup bir taksi bulmalıydım. Ve nitekim de buldum.

Kendimi içine fırlattığım taksinin silecekleri zar zor atıyordu kedileri ve köpekleri görüş alanımızın dışına. İştahla Mütereddit Tedirgin'i ve İngiltere'yi tekrar birleştirdim zihnimde. Bu kez beğenmiştim. Ülke-şehir-insan oyuna dair fikirlerimin birden değişmesinin nedeni ne olabilirdi? Elbette içkili bir mekana biraz daha yaklaşmış olmamdan başka bir şey düşünemiyorum bayanlar ve baylar. Bu bana iyi geliyordu!


Taksici konuşkan biri değildi, silecekler gıcırdıyordu ve şte bu cümlemin sonunda The Croft’a çoktan gelmiştik. İçeri adımımı attığım gibi bara yöneldim. Ufaktan bir hareketlenme vardı mekanın içinde, ama benim telaşım yeni yeni demlenmeye başlayan alkol sever dostlar tarafından fazlasıyla yadırganmıştı. Bana tip tip bakıyorlardı. Saat 18.35’te bana tip tip bakmalarının bir bedeli olmalıydı. Sırt çantamı yere indirdim. Hepsini havaya uçuracaktım bazukamla. Fakat kitabım hala koltuğumun altındaydı. Ona zarar gelmemesi için barın üzerine bıraktım. Birden kitabımın kapağına baktım dikkatlice. Okuduğum kitaptaki anlatıcı gibi, haz duyargalarının etrafında dolanıyordum okurun. Kitabı bir kenara bırakıp mönüye göz atmaya karar verdim. Birkaç gün önce kendimi votkada nadasa bırakırken aldığım keyfi anımsamış olacağım ki, hemen Smirnoff Ice sipariş ettim. Sonra bir tane daha, bir tane daha, bir tane daha, sonra bir tane daha, sonra bir tane daha, daha sonra bir... tam şu sırada acaba hepsini toplu mu sipariş etseydim diye düşünmeye başlamıştım ki bir tane daha sipariş ettim. Kafam gayet iyi olmuştu. Saatime baktım: 19.25’ti. Başım yerinden kalkmıyordu, neredeyse yabancısı olduğum bir kentin, yabancısı olduğum barında sızıp kalacaktım. Kendi kendime, ilk gün çok yorucu geçti, otelime gider güzel bir uyku çeker, bu geceki konserden ikinci gününde tüm ayrıntılarıyla birlikte söz eder, hem belki sahne arkasına da sarkar, korsanlarla muhabbet ederim kim bilir, diye kendi kendime demelerime bir soru da ekleyerek, bir Smirnoff Ice daha söyledim. 35 dakika sonra kayıp bilimin peşine kayıp bir zihinle düşecektim.

French teen idol ve yağmur ilişkisi


Yağmuru beklemeye hiç gerek kalmadı bu yıl. Kendisini hiç özlettirmedi, pencereyi açtığımda ve kapadığımda hatta pencereyle hiç ilgilenmediğimde ardında çoğu zaman yere, cama, aimp’e vuran sesi vardı. Birçok sesin içerisinden geçip geliyordu. Bende eve gelirken birçok sesin arasından geçip geliyordum. Birbirimizle karşılaştığımız zamanlarda ise ben öfkeleniyor ve küfrediyordum. Oysa bu halimle samimiyetsiz bir adam gibi görünmem de işten bile değildi. Konuşurken bahsi açıldığında “ben yağmuru severim” diyen adam, hazırlıksız yakalandığında en tumturaklı küfürlerini savuruyor sonrasında da “çok yağmur yağdı bu yıl” klişesini ekleyerek normalize olmaya çalışıyordu. Samimiyetsiz değilim aslında. Yağmur yağarken French Teen Idol dinleyen biri samimiyetsiz olamaz. Gelin kabul edelim, seyyar bir durumda pencereden izlemek gibisi yok bu gri netameyi. Sonra bu izlek içerisinde bir sesi de içermeye başlasın. Hemen ayağa kalkıp içinizdeki en kasvetli şarkıları sıralamanıza gerek yok. Bu dönem benim için french teen idolleşmeye başladı. Sanırım kıvamı tam da zihnimde egemen olan duyuları stabil hale getirmeye uyuyor. Dinliyorum ve uyuyorum. Uyanıyorum ve dışarı çıkıyorum. Yağmur yağıyor; izliyorum, ıslanıyorum, küfrediyorum, dinliyorum. The Longest Night başladığında otobana çıkan bir uzun yol aracı gibi gittiğim yolun standart hissiyatı sarıyor etrafımı. Ağır ve iddiasız tonu müziği daha da değerli hale getiriyor. Bu bir tanıtım yazısı olmadığından yazılı olarak andrea di carlo’ya teşekkür etmenin de bir faydası olacağından şüpheliyim. Bu bir tanıtım yazısı değil ise nedir peki ne olmalıdır, ne olmamalıdır. Hazır yağmurları kaçırmamışken fonunuza koymanız gereken müzikle ilgili bir tavsiye olabilir. Olsun mu?

Postrockcommunity’e teşekkürle:
Enlightened False Consciousness
French Teen Idol
(pass: postrockcommunity.blogspot.com)

4 Nisan 2009 Cumartesi

Yola çıkarken...


Üç gün önce belirttiğim yazı dizisini yazmaya yarın itibariyle başlayacağım. Şimdi koltuğumun altında kalın kitabım, bir elimde valizim, an itibariyle mevsim normallerinde seyreden hava sebebiyle pek bir işe yaramayan montum üzerimde seyahate çıkmaya hazırım. Güneş batmaya ülkeye kendimi dehlememe çok az kaldı. 5-12 Nisan tarihleri arasında bir hafta sürecek olan The Pirate Ship Quintet Moustache Tour’u takip etmek maksadıyla vuruyorum hiçbir masraftan ve eziyetten kaçınmadan kendimi bir buluttan diğerine seke seke. 

Sevdiğim bir yazar olan Stanislaw Nevrosov’un çok sevdiğim kitabı Haritaya yolculuk'tan bir cümleyle bitiriyorum bu post’u ve yolculuğumu başlatıyorum: “Bazen bir yerden bir yere gitmek veya dönmek için hareket etmek gerekmez. Durmak da bir yolculuk biçimidir insanoğlu için.” 

Gözler kalbin aynasıdır


Şu sıra emin olduğum tek şey var; yaz geldi. Bu da demek oluyor ki elimden geldiğince hızlı kaçmalıyım gölgesi bol bir yerlere. Gerçi bir güneş ışınının 8 (küsür) dakika içerisinde yeryüzüne ulaştığını düşünecek olursak, işim çok zor. Ama umudu kaybetmemek lazım, bakarsınız bana bir hal gelir ve aniden güneş ışınlarından kaçabilecek ivmeyi bedenime sağlayacak enerjiyi hiç tahmin etmediğim bir yerlerden bulurum. Bunun kimse aksini ispat edemeyeceği gibi, kimse de garanti edemez. Hele şu zamanda, tek bir insan çıkıp da bana Kayseri’ye gitmekte olan bir şehirlerarası otobüste oturduğu yerden havalanan adama gülerken, gelip bir de benim fantastik tasarılarımı yargılayamaz. Zira güldüğümüz, umursamadığımız şeyler bir gün gerçek olur, apışıp kalırız. 

Elimde tutmakta olduğum albüm, yani elim dediysem de görünmez olduğu için yine görünmez ellerimle tuttuğum albüm, güneşten ve sıcaktan ve sıcağın insanların üzerinde yarattığı adlandırması güç rahatlıktan beni kurtarmak için bedenimin üzerine yine görünmez bir mavi tente gererek ihtiyaç duyduğum huzurlu gölgeliği sağlayacak gibi. Gibisi fazla oldu az önceki cümlenin, 9 parçanın yer aldığı, adını sizlerden birkaç satır daha sakınacağım albüm, aritmetik olarak da ispatlayabileceğim gibi tam 6 (küsür) güneş ışınından beni ve pek tabii arzu ederseniz sizleri koruyabilecek kudrete sahip. 49 dakika 11 saniyelik, 2006 çıkışlı Gifts From Enola’nın Loyal Eyes Betrayed The Mind adlı albümünden söz ediyorum. Beni yazdan kurtaracak olan, hatta büyük ölçüde de kurtaran, belki serin havalardan ve yağmurdan tüm hoşlananları da kurtarıcısı, bu albüm olacak, bu çok açık. 

Albüme geri dönmeden biraz başımızın ve kulaklarımızın derdi ve dermanı post-rock’tan söz etmekte fayda var. İyi de koskoca post-rock’ın nesinden söz edeceğiz şu üç kuruşluk yazıda? Yaratıcılarından ve tüketicilerinden azıcık söz edebilsek kardır, zira post-rock denen nanenin ucu bucağı belli olmayan hudutlarının neyi kapsayıp neyi kapsamadığı bile belli değilken, kavramın yaratıcısı Simon Reynolds’un ilk kez cümle içinde kullandığı günden bu yanan evrile çevrile bambaşka cümlelerde bambaşka eylemleri icra eden bir özne haline gelen post-rock’ın, artık ne olduğunu da ne olmadığını da net olarak söyleme olanağından çok uzağız. Fakat post-rock’ı yaratanlar ve tüketenler arasında çok da şaşırtıcı olmayan bir türdeşlik söz konusu. Ve bu, bize sınırlı da olsa iki üç satır kalem oynatacak boş a4 huzuru sağlayabilir gibi geliyor bana. 

Adorno’nun Minima Moralia’da aktardığı, Goerg Trakl’ın her tür kalabalık için yazdığı manidar dizede soluklanalım biraz: “Nasıl da hastalıklı görünüyor büyüyen her şey.” Bakmayın öyle italik olduğu için masum durduğuna, bir gerçeği yansıttığı ve kendinden emin olduğu için bu kadar rahat ve vakur bir duruşu var onun. Evet, post-rock artık ciddi bir fiyaka unsuru. Post-rock icra etmek de, dinlemek de aynı kapıya çıkıyor. Kuşkusuz birincisi ilkinden çok daha karizmatik bir statü, ama ikincisi de hiç fena sayılmaz hani. Ama gerçekten kaç kişi bu müziği merakla ve dinmeyen bir iştahla, geçmişiyle, gelişimiyle merak ederek dinliyor? Sorunun yanıtı olumsuz, ve bu sorunun olumsuz yanıtlanış olması zamanla dinleyiciden başlayıp yaratıcıya doğru ilerleyen bir salgının da göstergesi. Aslında salgın tek yönlü ilerlemiyor ve kaynağı çok da dışarıda sayılmaz. Yalnızca fiyakası için post-rock hadisesinin içerisinde olduğunu düşündüğüm çok fazla dinleyici ve üretici var. Hakkıyla dinlenmeyen bir müziğin zamanla hakkıyla ve yenilikçi bir tutumla yapılmamaya başlamasında şaşırtıcı hiçbir şey yok.  

Nihayetinde dinleyiciler, –her sanat dalının “tüketicileri” için çoğul hale getirilebilir bu cümle- potansiyel üreticiler de oldukları için, tanımlananla değil de tanımla meşgul olmaktan yana olanlar her şeyi kendilerine benzetmeye başlıyorlar zamanla. Aynı türe mensup oldukları iddia edilen, ama yan yana durmayı bir saniye bile hak etmeyen onlarca grubun sağda solda türemesinin yegane sebebi bu. Post-rock’ı, post-rock kendi kendine, şimdilik pek belli olmasa da kemiriyor.Ne arıyorsun da bulamadın bu müziği icra edenlerin sevmediklerin kısmında yer alanlarda, diyecek olursanız, ben de size tek bir kelimeyle, E şıkkında yer alan samimiyetle yanıt veririm.  

Samimiyetten yoksun onlarca grubun, yine samimiyeti şüpheli onlarca dinleyiciye sunmaya başladığı bu müzik, aslında oldukça önemli yaratılara imza atılmasına olanak tanıyan farklı bir müzik. Tam da Serdar Ortaç’ın, şu kadarcık notayla ne yapılabilir demeye başladığı bir zamanda giderek gelişip serpilen post-rock’ın, bir last.fm fiyakası olarak görülmeden dinlendiği ve icra edildiği zamanlar geçti mi, yoksa gelecek mi? Bilmiyorum. Sadece samimi olan müzikle ilgiliyim. Ve birkaç zamandır çok da mazisi olmayan gruplar bana aradığımdan çok daha fazlasını sundular. Tek tek isimlerini saymayacağım, artık onlar da kısmetse başka yazılarda kendilerine yer bulacaklar Marxist Clubber bünyesinde. Ama bir gruptan söz edecektim ben, o nedenle soluklandığım cümleden evveline bir döneyim.  

Böyle grupların hepsinin adlarının ne manaya geldiğine takmadan edememiş biri olarak benim için çok kıymetli olduğundan merak ediyorum; Susquehanna gölünün yakınındaki bölgeden mi, 188 nüfuslu Arkansas kasabasından mı, Sherlock Holmes’un küçük kız kardeşinden mi, Waterworld’deki kıytırık karakterden mi, yoksa Romanya’da basılan lezbiyen ve biseksüel dergisinden mi geliyor adları, meraktan meraka gark olduğum bu grubu adı gerçekten nereden geliyor? Doğru yanıt sizce hangisi?  

Soru hileliydi. Doğru cevabı kendime sakladım. Aslında yanıtı çok net olan bu soruyu, her zaman ve her şeyi dallandırıp budaklandırdığım gibi yine kendim dallandırıp budaklandırdım güzelce. Net bir kaynağa dayanarak yapmadığım tahminim şöyle: Gifts From Enola, sanırım, Enola Gay adlı, 6 Ağustos 1945 tarihinde Hiroşima’nın kafasına gül yağdıran uçaktan gelen bir isim. Eh, adları eğer buysa ve adlarının hakkını veren bir ilk albüm yaptıkları da düşünülecek olursa, yanlış bir tahmin yapmamışım.  

9 parçalık bu albüm, sağda solda yapılan tanımlamalarda sık sık geçen benzetmelerin kaynağı olan Explosions İn The Sky’a da, Mogwai’ye de zerre kadar benzemiyor zannımca. Zira Enola, kendine has ve sert bir tona sahip. Kendilerine olan sevgim de samimiyetlerinden beslenen özgünlüklerinden doğuyor zaten. Enola, Enola’ya benziyor. Enolaca sert, Enolaca koyu... Hele albümün climax’ı olarak tanımlamaktan çekinmeyeceğim Screaming At Anything That Moves adlı, 8. parça var kiii, ne desem boş. Grubun kendine has tonunu da, sertliğini de bu şarkıda oldukça net biçimde duyabiliyorsunuz. Birkaç katmanı olan ve herbir katmanına anlam yüklemeyi başarmış bir parça bu. Laf olsun diye uzayıp birbirine eklemlenen parçacıklardan oluşmuyor, bir klişeye onlarca kez dinledikten sonra dahi dönüşmüyor. Evet, güzel. 

Enola yeni bir albüm de çıkarmış, ama iyi ya da kötü pek umurumda değil açıkçası. Sadece şu albüm bile çok şey ifade ediyor benim için. İnsanın sadece ruhunun bronzlaşmak istememesi de bir şey değil mi? Samimiyet kolayca silinip atılabilir mi? Hadi hepsini geçtim, şu durmadan sorular sorduğum yazıya kendi kendinize içten cevap verebildiğiniz gibi cevap verdiğiniz kaç kişi var hayatınızda?  

Enola’nın hediyesini, ruhunuzda telafi edilmez hasarlara yolacacağını bilseniz de kabul etmemek olmaz. Bırakın mantar ruhunuzun kubbesine doğru yükselsin. 
not: link ölmüştü, tekrar canlandırıldı tarafımdan.


Siz de homurdanın

1 Nisan 2009 Çarşamba

Mute



Blog’da henüz start almamıza rağmen bir sessizlik hakim, farkındayız. Ancak şu sıra trionun her bir enstrümanının başı hayatın çeşitli kısımlarıyla dertte: İkimizi akademia denen mikrop, birimizi de militarizm kapana kıstırdı. Bu nedenle biraz daha susacağız, fakat nisan ayının ilk haftasında ben Mütereddit Tedirgin, hiçbir masraftan kaçınmayarak çılgın bir yazı dizisine imza atacağım. Uzak bir diyardan haberler getireceğim size. Elimden geldiğince pek tabii. Umarım o zamana dek suskunluğumuzu hoş karşılarsınız. Zira yazıyla müzik buluştuğunda zaman nasıl geçer anlamak pek mümkün olmaz. Hem zaten gördüğünüz gibi tahtada da daha çok yer var...