4 Nisan 2009 Cumartesi

Gözler kalbin aynasıdır


Şu sıra emin olduğum tek şey var; yaz geldi. Bu da demek oluyor ki elimden geldiğince hızlı kaçmalıyım gölgesi bol bir yerlere. Gerçi bir güneş ışınının 8 (küsür) dakika içerisinde yeryüzüne ulaştığını düşünecek olursak, işim çok zor. Ama umudu kaybetmemek lazım, bakarsınız bana bir hal gelir ve aniden güneş ışınlarından kaçabilecek ivmeyi bedenime sağlayacak enerjiyi hiç tahmin etmediğim bir yerlerden bulurum. Bunun kimse aksini ispat edemeyeceği gibi, kimse de garanti edemez. Hele şu zamanda, tek bir insan çıkıp da bana Kayseri’ye gitmekte olan bir şehirlerarası otobüste oturduğu yerden havalanan adama gülerken, gelip bir de benim fantastik tasarılarımı yargılayamaz. Zira güldüğümüz, umursamadığımız şeyler bir gün gerçek olur, apışıp kalırız. 

Elimde tutmakta olduğum albüm, yani elim dediysem de görünmez olduğu için yine görünmez ellerimle tuttuğum albüm, güneşten ve sıcaktan ve sıcağın insanların üzerinde yarattığı adlandırması güç rahatlıktan beni kurtarmak için bedenimin üzerine yine görünmez bir mavi tente gererek ihtiyaç duyduğum huzurlu gölgeliği sağlayacak gibi. Gibisi fazla oldu az önceki cümlenin, 9 parçanın yer aldığı, adını sizlerden birkaç satır daha sakınacağım albüm, aritmetik olarak da ispatlayabileceğim gibi tam 6 (küsür) güneş ışınından beni ve pek tabii arzu ederseniz sizleri koruyabilecek kudrete sahip. 49 dakika 11 saniyelik, 2006 çıkışlı Gifts From Enola’nın Loyal Eyes Betrayed The Mind adlı albümünden söz ediyorum. Beni yazdan kurtaracak olan, hatta büyük ölçüde de kurtaran, belki serin havalardan ve yağmurdan tüm hoşlananları da kurtarıcısı, bu albüm olacak, bu çok açık. 

Albüme geri dönmeden biraz başımızın ve kulaklarımızın derdi ve dermanı post-rock’tan söz etmekte fayda var. İyi de koskoca post-rock’ın nesinden söz edeceğiz şu üç kuruşluk yazıda? Yaratıcılarından ve tüketicilerinden azıcık söz edebilsek kardır, zira post-rock denen nanenin ucu bucağı belli olmayan hudutlarının neyi kapsayıp neyi kapsamadığı bile belli değilken, kavramın yaratıcısı Simon Reynolds’un ilk kez cümle içinde kullandığı günden bu yanan evrile çevrile bambaşka cümlelerde bambaşka eylemleri icra eden bir özne haline gelen post-rock’ın, artık ne olduğunu da ne olmadığını da net olarak söyleme olanağından çok uzağız. Fakat post-rock’ı yaratanlar ve tüketenler arasında çok da şaşırtıcı olmayan bir türdeşlik söz konusu. Ve bu, bize sınırlı da olsa iki üç satır kalem oynatacak boş a4 huzuru sağlayabilir gibi geliyor bana. 

Adorno’nun Minima Moralia’da aktardığı, Goerg Trakl’ın her tür kalabalık için yazdığı manidar dizede soluklanalım biraz: “Nasıl da hastalıklı görünüyor büyüyen her şey.” Bakmayın öyle italik olduğu için masum durduğuna, bir gerçeği yansıttığı ve kendinden emin olduğu için bu kadar rahat ve vakur bir duruşu var onun. Evet, post-rock artık ciddi bir fiyaka unsuru. Post-rock icra etmek de, dinlemek de aynı kapıya çıkıyor. Kuşkusuz birincisi ilkinden çok daha karizmatik bir statü, ama ikincisi de hiç fena sayılmaz hani. Ama gerçekten kaç kişi bu müziği merakla ve dinmeyen bir iştahla, geçmişiyle, gelişimiyle merak ederek dinliyor? Sorunun yanıtı olumsuz, ve bu sorunun olumsuz yanıtlanış olması zamanla dinleyiciden başlayıp yaratıcıya doğru ilerleyen bir salgının da göstergesi. Aslında salgın tek yönlü ilerlemiyor ve kaynağı çok da dışarıda sayılmaz. Yalnızca fiyakası için post-rock hadisesinin içerisinde olduğunu düşündüğüm çok fazla dinleyici ve üretici var. Hakkıyla dinlenmeyen bir müziğin zamanla hakkıyla ve yenilikçi bir tutumla yapılmamaya başlamasında şaşırtıcı hiçbir şey yok.  

Nihayetinde dinleyiciler, –her sanat dalının “tüketicileri” için çoğul hale getirilebilir bu cümle- potansiyel üreticiler de oldukları için, tanımlananla değil de tanımla meşgul olmaktan yana olanlar her şeyi kendilerine benzetmeye başlıyorlar zamanla. Aynı türe mensup oldukları iddia edilen, ama yan yana durmayı bir saniye bile hak etmeyen onlarca grubun sağda solda türemesinin yegane sebebi bu. Post-rock’ı, post-rock kendi kendine, şimdilik pek belli olmasa da kemiriyor.Ne arıyorsun da bulamadın bu müziği icra edenlerin sevmediklerin kısmında yer alanlarda, diyecek olursanız, ben de size tek bir kelimeyle, E şıkkında yer alan samimiyetle yanıt veririm.  

Samimiyetten yoksun onlarca grubun, yine samimiyeti şüpheli onlarca dinleyiciye sunmaya başladığı bu müzik, aslında oldukça önemli yaratılara imza atılmasına olanak tanıyan farklı bir müzik. Tam da Serdar Ortaç’ın, şu kadarcık notayla ne yapılabilir demeye başladığı bir zamanda giderek gelişip serpilen post-rock’ın, bir last.fm fiyakası olarak görülmeden dinlendiği ve icra edildiği zamanlar geçti mi, yoksa gelecek mi? Bilmiyorum. Sadece samimi olan müzikle ilgiliyim. Ve birkaç zamandır çok da mazisi olmayan gruplar bana aradığımdan çok daha fazlasını sundular. Tek tek isimlerini saymayacağım, artık onlar da kısmetse başka yazılarda kendilerine yer bulacaklar Marxist Clubber bünyesinde. Ama bir gruptan söz edecektim ben, o nedenle soluklandığım cümleden evveline bir döneyim.  

Böyle grupların hepsinin adlarının ne manaya geldiğine takmadan edememiş biri olarak benim için çok kıymetli olduğundan merak ediyorum; Susquehanna gölünün yakınındaki bölgeden mi, 188 nüfuslu Arkansas kasabasından mı, Sherlock Holmes’un küçük kız kardeşinden mi, Waterworld’deki kıytırık karakterden mi, yoksa Romanya’da basılan lezbiyen ve biseksüel dergisinden mi geliyor adları, meraktan meraka gark olduğum bu grubu adı gerçekten nereden geliyor? Doğru yanıt sizce hangisi?  

Soru hileliydi. Doğru cevabı kendime sakladım. Aslında yanıtı çok net olan bu soruyu, her zaman ve her şeyi dallandırıp budaklandırdığım gibi yine kendim dallandırıp budaklandırdım güzelce. Net bir kaynağa dayanarak yapmadığım tahminim şöyle: Gifts From Enola, sanırım, Enola Gay adlı, 6 Ağustos 1945 tarihinde Hiroşima’nın kafasına gül yağdıran uçaktan gelen bir isim. Eh, adları eğer buysa ve adlarının hakkını veren bir ilk albüm yaptıkları da düşünülecek olursa, yanlış bir tahmin yapmamışım.  

9 parçalık bu albüm, sağda solda yapılan tanımlamalarda sık sık geçen benzetmelerin kaynağı olan Explosions İn The Sky’a da, Mogwai’ye de zerre kadar benzemiyor zannımca. Zira Enola, kendine has ve sert bir tona sahip. Kendilerine olan sevgim de samimiyetlerinden beslenen özgünlüklerinden doğuyor zaten. Enola, Enola’ya benziyor. Enolaca sert, Enolaca koyu... Hele albümün climax’ı olarak tanımlamaktan çekinmeyeceğim Screaming At Anything That Moves adlı, 8. parça var kiii, ne desem boş. Grubun kendine has tonunu da, sertliğini de bu şarkıda oldukça net biçimde duyabiliyorsunuz. Birkaç katmanı olan ve herbir katmanına anlam yüklemeyi başarmış bir parça bu. Laf olsun diye uzayıp birbirine eklemlenen parçacıklardan oluşmuyor, bir klişeye onlarca kez dinledikten sonra dahi dönüşmüyor. Evet, güzel. 

Enola yeni bir albüm de çıkarmış, ama iyi ya da kötü pek umurumda değil açıkçası. Sadece şu albüm bile çok şey ifade ediyor benim için. İnsanın sadece ruhunun bronzlaşmak istememesi de bir şey değil mi? Samimiyet kolayca silinip atılabilir mi? Hadi hepsini geçtim, şu durmadan sorular sorduğum yazıya kendi kendinize içten cevap verebildiğiniz gibi cevap verdiğiniz kaç kişi var hayatınızda?  

Enola’nın hediyesini, ruhunuzda telafi edilmez hasarlara yolacacağını bilseniz de kabul etmemek olmaz. Bırakın mantar ruhunuzun kubbesine doğru yükselsin. 
not: link ölmüştü, tekrar canlandırıldı tarafımdan.


Siz de homurdanın

2 yorum:

naksinigar dedi ki...

yorumlarım silinmiş, oh mon dieu!
sansüre uğruyoruz!

naksinigar dedi ki...

hehe