7 Nisan 2009 Salı

Kıskançlığın Kronolojisi



Sevgili Okur,

Öncelikle affınıza sığınarak başlayacağım bu yazıya. Bu Blog’un ağırlığını kaldıracak kadar yazınla içli dışlı değilim fakat müzikle ilgili yazma fikrine karşı koyamadığımdan ve blog sahibinden torpilli olduğumdan dolayı bu yazıyı sizinle paylaşıyorum.

Aslında “Seni anlıyorum” kelimesinin anlamsız olduğuna ve bir paylaşımın sadece paylaşanın kendi yaşam tecrübesiyle sınırlı olduğuna inanmaktayım. Yine de hissedilen ve belki saniyeler, en çok dakikalar süren anların insan ömründe öneminin farkındayım ve yine bu yüzden bazı riflerin, ritmlerin ve titreşimlerin bendeki yansımasını burada anlamlı bir şekilde kelimelere dökmeye çalışacağım.

Andy Warhol’a yaşadığı yıllar, hayatı yaşama ve hafife alma şekli yüzünden her zaman beni derinden etkilemiştir ve onu içten içe değil, açık açık kıskanmışımdır. Ve onun kendi kelimeleriyle diyebilirim ki, mütevazi hayatımda çenebazları hep güzelliklere tercih etmişimdir. Güzellikler olmasa bu dünyada konuşulacak çok az şey kalacağı doğrudur fakat bu yazıda da değineceğim gibi çenebazların ağzından dökülen güzelliklerin daha söz etmeye değer olduğunu düşünüyorum.

Bir başka kıskandığım kişiyse David Bowie’dir. Ona hayranlığım çok zamandır bakidir, fakat onu kıskandığımı fark etmem çok yakın bir zamanda, daha geçenlerde promili yüksek bir gecede videolarını izlemeye koyulmam sırasında olmuştur. Kıskanmamın neden ise, kesinlikle ünlü bir ex-model olan eşi Iman Abdulmejid ile Manhattan ve Londra hattı arasında yaşaması değildir.

Kıskançlığım sebebi, müzik listemde şans eseri açılınca Youtube’dan “Acaba canlı kaydı nasıldır?” diye arattığım bir şarkıydı. Şarkı “Wild is the wind”di deyince, bazıları aman bu kadar uzun uzun ondan mı bahsedecetin diye düşünecek, bazılarıysa Bowie’den Let’s Dance çalsın klasikleri sahiplerine bırakalım diyecektir. Her iki grupta yüzde dümdüz haklıdır, bense bu Blog’un şemsiyesi altında kendi tecrübemi anlatacağım.

Arama sonuçlarında canlı versiyonu çıksa da, siyah beyaz çekilmiş klibi de çıktı ve ben müzikte kronolojiye ekseriyetle önem veren biri olarak tabii ki işe önce orjinalinden başladım. Ve sanırım kendime gelene dek orada baya bir süre takılı kalmışım...

Siyah beyaz çekilen klip, tam olması gerektiği bir fontla yazılan “Wild Is The Wind-1981-Directed by David Mallet” yazısıyla çekici bir girişle başlar- sonradan öğrendiğim üzere David Mallet zaten çok revaçta bir klip yönetmeniymiş. Bowie’nin sırtına bakar kamera ve o yürüyerek siyah beyaz loş ışıklı oda da solist sandalyesine geçerken biz de sırayla ışığı ve sahneyi görürüz. Oturur ve birazdan duyulacak Playback’te neler yaptığını bilmenin verdiği kendine güvenle şarkının girişini bekler usulca.

Öteden beri “Wild is the wind” şarkısını severdim. Bowie 9 yaşındayken, yani 1956 da Johnny Mathis tarafından ilk defa aynı isimli film için kaydedilmiş olan bu şarkıyı en iyi yorumlayanın, en çok dinlediğim cover’ları olan Nina Simone mi, Cat Power mı veya David Bowie mi olduğunu, Bowie’nin videosunu izleyene kadar hiç düşünmemiştim. Vardığım sonuçsa oldukça kişisel. Bowie’ye sorsanız Simone diyebilir çünkü kendisi öteden beri hayranı olduğu ölümsüz siyahi diva ile Amerika’da tanışmasından hemen sonra bu şarkıyı yorumlamaya karar vermiştir. Fakat, bana sorarsanız Bowie’dir. Hiç biri yorumlarken onun yorumundakiyle eşdeğer bir şekilde, şarkı bir bütünüyle düşünüldüğündeki hisleri yansıtmayı başaramamıştır.

Simone’un yorumu Sezer Cumhur Önal’ında dediği gibi kadife seslidir ve bu yorum bir mizah konusu olsa da oldukça çarpıcıdır. Cat Power’ınki ise benim deyimimle şarkının akıllı bir şekilde kullanılan yumuşak bir tondaki yorumudur. Kanımca, Bariton olan Bowie’nin yorumu ise iniş ve çıkışlarıyla bu şarkının gayet klasik sayılabilecek sözlerini, yukarıda saydığım saygıdeğer bayanlara kıyaslan daha olması gerektiği hale getirmiştir. Gerçek her zaman görecelidir ama öyle ki, benim gerçeğime paralel hale getirmiştir.

Kıskandığım noktaya gelince...

Şarkının başında “love me” deyişleriyle başlamıştı aslında bu kıpırtı. İkinci kıtasıyla beraber, elleri çapraz bir şekilde dizlerinde birleştirip “You touch me, I hear the sound of mandolins..” diye şarkıyı kemiklerinde hisseden adam tavırları tepemi attırdı. Adam basbaya yaşıyordu her notayı! Sanki kendi eseri Rock & Roll Suicide’ı söylüyordu! Ve onun hayatında yaşadığı hisleri, onun yeteneğinden nasiplenmemiş olan milyonlarca insandan biri olarak kıskandım. Beni kıskandıran, hayatı mütevazı yaşamaya mahkumken onun dolaştığı dorukları hissedebilmekti ve onun bu hissi bu kadar net verebilmesi...

Deneysel rock müzikten, dans-rock tarzına kadar bir düzine müzik akımının yaratıcıları arasında sayılıp- yani o akımları da kemiklerine kadar hissedip size aktarmış olanlardan birisi olup, kendisi 9 yaşında bir İngiliz bebesiyken, yazılmış bir şarkıyı da tutkuyla hissedip herkesten iyi yorumlaması beni sarstı. Hem de çatır çatır.

Cover yapılacaksa yalnızca ama yalnızca bir yenilik getiriyorsa yapılması gerektiği inancındayım, albüm satmak için değil. Bowie’nin ondan öncekilere nazaran yeni yorumunun, diğerlerini kenarda bırakarak şarkının anlatmaya çalıştığı o 50’lerin fransız parfümü kokulu evrensel aşkını 12’den vurarak yansıtmasıydı beni kıskandıran.

Bazılarınıza göre videodaki bakışları ve göz kırpışları 80lerde çok yaygın olan “seyirciye oynamak” olarak algılanabilir, bence ise gerçek Bowie odur. Bunu emin bir şekilde söylüyorum çünkü bu bir rol olsa bile, Leonard Cohen şöyle demiştir: “Olmak istediğin gibi davran, kısa bir süre sonra davrandığın gibi olacaksın”. Bowie bir İngiliz fabl kahramanıdır ve her yeni müzik akımında, bir nota dahi geri kalmadan müzik tarihinde kendi karakterini yeniden kendi yaratmıştır. Daha kendisi İngiltere listelerinde bir numara olmadığı yıllarda Iggy Pop ve Lou Reed’in kariyerlerini sahiplenip, bizzat melodilere olan kişisel tutkusuyla yeniden canlandırmıştır.Ve diyeceğim odur ki, sizce şarkının kaydedilmiş en iyi yorumu olmasa dahi, Wild is the Wind’i onun ağzından bir kere dinlemenizi hak etmiştir.

3 yorum:

NKB dedi ki...

Ayaküstü yazıyorum bu yorumu ama Shadowplay çok pis yaraladı beni. Bowie'nin Wild is the wind yorumunu hep çok sevmişimdir. Mars'ta hayat var mı bilmiyorum ama Shadowplay daha çok yazar gibime geliyor bana. Evet, ayrıca Mars'ta neden hayat olmasın ki, içinde yaşadığımız gezegende bile varsa?

Adsız dedi ki...

Yaşadığımız gezegende kadifeden bir altın madeni bulanlar elbette Mars'ta hayatı da bulacaklardır. Ve bunu bize anlatacaklar hep çıkacaktır. Bu noktada bize her homurdanan müzik kutusunu dinlemek düşer.

Son olarak içten bir teşekkür, yorumun için.

-Shadowplay

kuzgun leşe dedi ki...

Shadowplay'e teşekkürle, harika olmuş.

Ve bana da öyle geliyor ki, kendisinin burada daha başka yazılarını da okuyacağız.