26 Ağustos 2009 Çarşamba

Jessica Biel bir post-rock grubu olsa, hangisi olurdu?



Ne bayağı bir giriş ama değil mi? Lakin Jessica Biel örneğinden yola çıkarak daha bir çok türev “isim” ile müzik grupları arasında korelasyon kurabiliriz gibi geliyor bana. Mantık basit, ve bu yüzden açıklamak için (okuduğum bir haberin de teşvikiyle) fazla zaman kaybetmeden başlıyorum.

Her Perşembe günü olduğu gibi yine “Fatih Özgüven ne izlemiş, ne demiş bakayım” arzusuyla namı sabit Radikal gazetesinin web sitesine girdim. Murat Yetkin hayranı olmadığım, “Perihan gitti bu gazete bitti mon diue,” demediğim, dandirik kitap eklerinin hastası olmadığım ve Semih Gümüş’ü twitter’da takip edesim gelmemesi münasebetiyle bu gazeteyi almıyorum. Avantadan okumak daha tatlı geliyor. O yüzden gazetenin web sitesine girip dev romancı Ayça Şen’in fotoğrafıyla karşılaştıktan sonra sinir olaraktan tam Fatih Özgüven’in yazısına yöneliyordum ki, ne göreyim… Ne göreyim? Müthiş bir haber. Hem de haber fotoğrafındaki hatun bikinili, tıklayın öyleyse diğer çıplak fotoğrafları için linke! ki o hatunun adı yazıya başlığını veren ad oluyor.


Haberi aynen aktarıyorum (soldaki kalıba da hastayım).

“Antivirüs yazılım şirketi McAfee’nin raporuna göre, 27 yaşındaki Biel ile ilgili arama yapan her 5 kişiden biri, bilgisayarını çökertecek bir siteye yönlendiriliyor.”

Haberi okuduktan sonra %20 şansımı zorladım mı, örnek uzayda benzersiz bir kum tanesi mi oldum, bunlar hep bir sır olarak kalacak. Lakin haber metnindeki “27 yaşındaki” ibaresinin neye niyet neye kısmet olduğu hususunda kafam inanılmaz derece muğlak fikirlerle dolu. Bu saçma haberle ilgili ne söylenebilir? McAffe’nin muazzam piyasa araştırmasına mı güleyim, yoksa McAffe’nin müşterilerine “sakin olursanız bizim ürünlerimize tonla para saymanıza gerek kalmaz,” demesine mi yarılayım, açıkçası pek bilemedim. O yüzden haberin verdiği esine geri dönelim, haberin temel dinamiklerine ve haberin haber olma gerekçesinin basit neden-sonuç ilişkisine bir göz atalım. Oradan post-rock’a ve yazıya gerçek adını veren gruba da, kısmet ise varacağız.

Haberin esas kızı Jessica Biel. Haberdeki şişman ve gözlüklü kurban ise, Jessica Biel fotoğrafı peşinde koşarken başka sitelere yönlendirilip talihsiz bir istatistikte veri olan adam. (Adam diyorum, sanmayın cinsiyetçilik falan yapıyorum. Hatunların ihmal edilecek kadar az bu “yahşi” istatistiğe katkıda bulunduklarını düşünüyorum.) Her şeyi başlatan kıvılcım: libidinal dalgalanmalar, belki yaz sıcaklarının etkisi ve pek tabii Aşkın Metafiziği’nin önemli unsurlarından olan ideal estetik ölçüler. Senaryonun düğümü de bu. Aşılması zor bir düğüm.

Formüle edersek: f(Jessica Biel)= McAffe(0.20) 

Yanisi, ava giden avlanır beyler. 20’li yaşlarının ortasındaki, doğma büyüme Krakozhia’nın başkenti Krakozhialı (merkez) bir delikanlı, 7th Heaven adlı masum diziyi, devlet televizyonu olan Krako TV’de izlerken hep iç geçirip, bir gün güzeller güzeli Jessica Biel’in harika bir aktris olup her erkeğin yüreğini yakacağını fark eder. Bu, kendisi adına büyük bir keşiftir. Annesiyle filan da duruma dair düşüncelerini kiril alfabesinin köşeli harfleri yardımıyla paylaşır, fikir aktarımında bulunur. Annesi için Krakozhialı kızlar her zaman daha güzeldir ama bu kızın da hakkını yememek gerekir hakikaten (Krakozhiaca nepostülavski). Krakozhialı kızlar da güzeldir pek tabii ama bıçkın delikanlımız biraz erişilmezlerin ve erişilmezliğin peşindedir; her genç insan kadar, her kendini önemli sanmaya meyilli bireyin yapabildiğince. 

Evet, elde bunlar var, ihmal etmeyin sakın ve işlemin sonunda ulaşacağımız vaat edilmiş post-rock topraklarına boca edin hepsini. Öyleyse devam!

7th Heaven gibi mazbut bir aile dizisinden (Krakozhia devlet televizyonu her zaman vatandaşlarının ahlakından kendisini sorumlu hisseder!) ayrılıp, Krakozhialı delikanlının dehşet vizyonuyla hissettiği doğrultuda gidebilmek için bir dergiye soyunan Jessica Biel, bir süre sonra maksadına ulaşır ve 7th Heaven olur 6th Heaven. Artık diziyi izlemeye gerek yoktur. Jessica yuvadan uçmuş, daha manidar topraklara yelken açmış, dümeni kırmıştır. Bundan sonra Jessica başrolden aşağı rol kabul etmez, Justine olacaksa illa Timberlake’inden olmalı, inatlarına gark olmuştur. Öyleyse 7th Heaven’ın 6th Heaven olmasıyla yayından kaldırıldığından haberdar olan ya da olmayan Krakozhialı tüm delikanlılar için google’a girip arama yapma vaktidir artık. Pek tabii Krakozhia’daki google yasağını aşabilmek için önce hidemyass.com gibi bir siteye öncelikle kapağı atmak şartıyla.

Ötesi malumunuz. Krakozhialı şanslı delikanlılar’ın %80lik kısmı, geriye kalanlar ise lanetin McAffe Pazar Araştırmaları Departmanının (MPAD) dolaplarından birindeki tozlu raflara… Denklem tıkır tıkır işliyor velhasıl: f(Jessica Biel)= McAffe(0.20).

Benim hikayem biraz farklı. Çıkarın şimdi cebinizdeki Jessica Biel ve McAffe verilerini. Boca edin az sonra anlatacaklarımın içine. Benim Jessica Bielim, Caspian adlı, 2003 yılında Amerika Massachusetts’de kurulan ve ilk LP’leri The Four Trees ile gönlümü çalan grup. The Four Trees albümündeki Crawlspace, benim 7th Heaven’ım. Caspian ile ilk karşılaşma nedenim. Onlara ilk kez kulak misafiri oluşum. Ve google’ı açıp, çok şükür Krakozhia’dakinden (ne kadar kızları güzel olsa da özgürlük her şeydir!) rahat biçimde hidemyass.com türevlerine uğramadan, artık depresif post-rock camiasında “star olmuş gidiyorsun,” diyerek arkasından içlendiğim Caspian hakkında arama yapmamın ilk gerekçesi. 

7 dakika 38 saniye ve kalbim durmak üzereyken göz yaşlarım… Yok tabi böyle bir şey. Ama The Four Trees hakikaten, eğer ağaçlarla albümleri puanlandıran ve maksimum puanı 4 ağaç olan bir iste olsaydı, sitenin yazarları tarafından adının hakkını veren bir albüm olarak değerlendirilebilirdi gönül ferahlığıyla. Uzman görüşü ya da bilirkişi raporu değil tabii sözlerim, sadece 10 Nisan 2007’de çıkan The Four Trees’i severek, üstelik defalarca dinlemiş birinin samimi sözleri benimkiler. (Haksızlık olmasın, ben aynı albümdeki Moksha isimi parçayı da çok severim, ama ilk göz ağrım belli işte, ne yapayım? –bunu söylemesem olmazdı.)

Arama sonuçlarımın, masum duygularla tesadüfen dinlediği bir grubun gelecekte iyi işler yapacağını düşünerek takipçisi olan bir müzikal libido sahibi olan ve bir mütefekkir gibi şu uzunca yazıyı kaleme alan beni, Jessica Biel’e değil de, pardon, izini sürdüğüm yeni Caspian albümü Tertia’ya değil de, Hazar denizinden çok uzaktaki başka sularda yer alan The Three Trees’e yönlendireceğini nereden bilebilirdim?

Bilemedim işte. Ben de %20lik talihsiz örnek uzay mensuplarından biri oldum çıktım. Tertia’nın bir kendini tekrar ve post-rock dininin zorunluluklarını yerine getirme gösterisi olduğunu keşfetmeye mecbur bırakıldım. Biraz Malacoda’yı sevdim, çokça Of Foam and Wave’e gitti elim ister istemez, biraz da Ghosts of the Garden City hangi kıtadadır merak ettim. Ama en çok Tertia sanılan, fakat aslında bir elmasını haşarı ve obur çocukların araklaması yüzünden yitirmiş verimli bir ağaç olan albümün kartonetine bakıp durdum ben. Pas, kir, hava delikleri (?) bana uzun zaman önce tesadüfen keşfettiğim gizli bahçeye dalan ve biricik keşfimi ikincil bir statüye mecbur eden hergeleler yüzünden yitirdiğim elmayı hatırlattığından mıdır artık, bilemedim.

24 Ağustos 2009 Pazartesi

Utanmadan saçmalamak ya da saçmalayabilmek




Müzik dinliyor olmamın farklı nedenleri üzerine vakti zamanında kaleme almıştım ve mecburen küçük harflerle sağa sola saçmıştım bu metni. Şimdi tekrar marxistclubber hudutlarında paylaşmayı uygun gördüm, belki "bazen" ya da hep arabesk olmaktan utanmamamız gerektiğini kabul etmemize az da olsa faydası olur.
***
her daim öfkelenecek bir şeyler bulmakta hiç zorlanmayan insanlar vardır. hayatı dahil olduğu familyadaki herkesten daha yoğun yaşar bu insanlar. homo asabius olarak adlandırmak istediğim nadide bir kitlenin üyesidirler. en büyük özellikleri kendilerine her konuda evrensel kriterler belirlemiş olmalarıdır. örneğin kent denince akıllarına izmir, istanbul, ankara gelmez, gelemez. zira kent denen şeyin binlerce yıllık bir kültür içinde demlendiğinin, demlenen kültürle gelecek arasındaki bağın kopmamış olması gerektiğini savunurlar. kentin içini de es geçmezler pek tabii: kentli denebilecek insanların varolması için, “birkaç neslin” aynı konakta yaşadığı güzel muhitlerin olması gerektiğini, böyle güzel yerlerin zontalarca talan edilmemesi gerektiğini, gelecek ve geçmiş arasındaki bağların tamamen kopmasıyla ortaya çıkan yeni zenginlerin ve zenginliğin tepeden inme hazineden geçinmeci bir zihniyetle oluşmaması, antik kuntik yöntemlerle sermayenin birikmemesi gerektiğini hep bilir. o yüzden bir iki dandik meydan, üç beş park, yedi sekiz tane alışveriş merkezini gördüğü gibi kent demez içinde bulunduğu coğrafyaya. böyle kimsenin ilgilenmediği şeylerle içli dışlı olmasının herkese anlamsız geldiğini de bilmektedir. şehirlerin planları olması gerektiğini, şehir ve bölge planlamanın “aman odtü olsun, ankara olsun, akarız be abi sakarya’ya, afili de olur odtü’lülük, sinema kulübü, dans kulübü, mezunlar derneği, kızlar felan” şeklinde diziden gördüğü ödüllü mimarla gaza gelen züppelerin puanı yetmeyince ikinci en iyi olarak puanını verimli kullanarak tercih etmemesi gereken bir meslek olduğunu harbi harbi idrak etmiştir. resim denince aklına dahi fenerli bedri gelmez, zira bruegel’e bir kez bile olsa göz atmıştır hayatında. veya şiir denince içli anne özlemi zırvalarına politik haki renkler biçen, eli az çok kalem tutan arkadaşlarına sağda solda kendi adına övgü yazıları yazdıran bıçkın doğulu şairler aklının ucundan geçmez; mallarme, rimbaud, ece ayhan gezegenleri arasında uydu olmuşluğu vardır vaktinde. velhasıl, trışkadan imzalarla iş gören yeteneksiz hırtlarla işi olmaz onların, ulan hepinizin gelmişini geçmişini!..

işte, homo asabius intizama önem verdiği için erzurum’da bulunan 150 yıllık bir caminin bir alay dangoz tarafından yapılan restorasyon sırasında hırpalanışından bir başyapıtı anlatır gibi söz eden bir haberi televizyonda gördüğünde istanbul’da üşüyen, takıntılı ve fakat illaki sohbet edilesi bir canlıdır. onunla birlikte sızlanma pek de keyiflidir, bir alkol komasından bir diğer alkol komasına onunla el ele geçmenin tadına doyulmaz. kadınlar homo asabius’ları da bu yüzden sever ya da aşık olurlar. ama sonunda yine aynı sebeplerle bırakıp giderler. zira sıkıntısı, dışa kapalılığı çeker onların dostlarını da kadınlarını da. ama sonuç hep aynıdır: gelme nedenleri gidiş dönüş onaylı bir bilettir, fiyatı makul sonucu hoyrattır. herkes geldiği gibi, aynı nedenle gider sonunda.

kendi kendine tasfiye ettiği insanların dışında sınırsız kadro dışı bırakılacaklarını fark edenler ufaktan yaylanmaya başlayınca zamanla gelip gidenlerin sayısında bir şişme meydana gelir. gelip giden sayısı el ve ayak parmaklarıyla ifade edilmez hale geldiğinde kendine has bir ermiş olmuştur artık homo asabius. ve öylece gelip böylece giden herkesi anlayışla karşılayabilecek erdemler bütününe sahip olur bir süre sonra. normalde sağa sola saçmakta çok bonkör olduğu öfkesini alıp başını gidenlere yöneltmez. güler geçer, iyi sözlerle anar onları, gidenler pek geride kalanın adını hatırlamasalar da… yalnızlığında ve asabiyetinde, homurtuları arasında eğlenmenin kendince şahane yollarını bulmak zorundadır budan kelli yalnız kovboy homo asabius. gelen gideni falan aratmaz, bunu da bilir haa, üfürükten kalıp cümlelerle ancak her şey dahilci yerli turistin kandırılabileceğinin de farkındadır çünkü. lakin kendi içindeki karnavalda homo asabius takıla dursun, bunca farkındalık sonunda hayatı işkenceye çevirir. ota boka ironi okları sallamaktan kolları et keser homo asabius’un. hadi ona geçireyim, dur şuna da bir sürtüneyim, bak bak dangoza bak, lan bu lombak ne diyor, sinemadan ne anlıyor, yahu her hafta ne bokuma bu kitap tanıtım mecmuasında insanlar şiirde, romanda ve edebiyatın her bir metrekaresinde devrim olmuş gibi davranıyor ki, lan elindeki pipodan başka bir boku olmayan bu dalama eleştirmen de kim be diye söylenirken havasız kalmaya başlar. yıllar geçtikçe daha bitkin düşer. çevresindekilerin seyrelmesinden üzülmemiştir de kendi ıstırabıyla her gün boğuşmaktan sıkılmıştır sadece. çevresindeki insan popülasyonundaki azalma onu da etkisi altına almıştır: kendisini sevme sebebi kendisinden kaçma nedenidir artık. iyi de gidecek yer yoktur. kendi bedenine mahkumdur sonuçta. atsan atılmaz satsan satılmaz bir halde bakışları birkaç ay evvel döküldüğü halde dağılıp gitmiş uyduruk asfalta dikmiş baygın baygın dolaşır sevmediği şehrin sevmediği sokaklarında. 

iyi de bunların mustafa sandal ile ne alakası var, dediğinizi biliyorum. iki dakika sabredin azizim. konu dışına çıkmak sadece celal salik’in derdi değildir ki, az çok biz de bu derdin hedef alanı içindeyiz, lafı uzatmamız ondandır, yanlış anlayıp yazıyı okuma nedeninizi de beraberinde alıp götürmeyin sakın. durun, devam ediyorum, bir soluklanın.

homo asabius da ne kadar kendine takıntılarından bir kafes inşa etmiş olursa olsun insandır nihayetinde. lan arada eğlenmek, toplumun içinde bir kalıp sabuna dönüşüp toz kalkmasın diye ıslatılan dükkanların önündeki suya bir kez dalarak köpürüp, bir sağa bir sola kayıp uçup gitmek ister deli gönlü. dedik ya; nihayetinde o da insandır. 

normalde beğeni eşiğini altında kalan her şeyi topyekün reddederken ara sıra sabun köpüğü şarkılarla içlendiğini, kah hüzünlenip kah coştuğunu tam da en bitkin olduğu zamanlarda bu tip köpüklü ürünlerle kendi kayıp süzülüp gitme eylemleri sırasında fark eder. her dakika homesick for space’le, gsybe!’la, jan luc godard’la paradjenov’la, nabokov’la, calvino’yla geçmez, geçemez. herkesin hobi olarak cebelleştiği şeyler onun hayatının ta kendisi olduğu için ciddi bir okuma, film izleme, müzik dinleme mesaisinin ardından kendisini dinlendirecek kıytırık şeylerin izini sürmeye mecburdur. damak zevkinin dışında kendisini dinlendirecek şeyler ararken de elbette titizdir, ama az evvel de belirttiğim gibi, daha hafif meşrep şeyler aramaktadır homo asabius’luğu bir kenara bırakıp tüm gün tükettiği kendisinden arda kalanlarla yeniden kendini inşa ediş sürecinde.

pirimiz, büyük usta mustafa sandal tam da burada sahnedeki yerini alır. bilirsiniz, o asla affetmez zira aya benzer yüreği. hal böyle olunca kendimizi onun kollarına rahatlıkla bırakabiliriz. 

bizde öyle yaptık. pek yakın bir tarihte, kendisinden mütereddit -ben ise sade tedirgin- olarak bahsedeceğim bir diğer homo asabius arkadaş ile yıkıntılarımızdan yeniden doğmak maksadıyla alkole bandırdığımız karaciğerlerimizi çitelerken bir yandan da müzik dinliyorduk pek tabii ki. mevzunun düğümlendiği yere henüz vardık. mustafa sandal’ın 2007 yılında piyasaya çıkan, adıyla da az sonra yapacağım tanımlamayı doğrulayan, pop müzik tarihimizin kazaklı arabalı zincirinin son halkası “devamı var” adlı albümünün en bomba, en canlı, en fena şarkısı “gönlünü gün edeni”den bahsediyorum efendim –bundan sonra şarkımızdan gge olarak söz edeceğim-. evet, evet, adı bile insanı bir başka diyara götürüyor değil mi ama?

şöyle bir baktım da genelde gece 12’den sonra yazılan içli entry’lerin hammaddesi olmuş bir şarkı gge. burnuma anason kokusu, dilime şerbetçi otu tadı gelmiyor değil hani. ama doğal olanı da budur yahu. şarteli indirip, öteki beni bahçeye hava almaya çıkardığımız saatlerdir 12 sonrası. mütereddit de tedirgin’i bu güzide musiki eseriyle böylesi saatlerde tanıştırdı işte. play listleriyle can yakan bir zatı muhterem olduğu için mütereddit, adamı böyle zaman zaman sizin vereceğiniz konsept dahilinde darmadağın edebilme yetisine sahiptir. piizi kontrol eder, bilinci allak bullak eder velhasıl. gönül onu ulusal yayın yapan bir radyoda 12’den sonra alkollü şen şakrak sohbetler eşliğinde çalacağı çılgın şarkıları dinlerken takdir etmek ister ama “kader”, hayat ne gösterir bilinmez…

4 dakika 8 saniyelik, muhteviyatında ne miktarda hüzün ne miktarda neşe barındırdığını bir türlü çözemediğimiz gge inceden başladı mı çalmaya işler değişir efendiler! hafif gümbürtüyle sözlere yaklaşırken alyuvar akyuvar ve alaturkadan mürekkep kanımızdaki hemoglobinler başlar ayaklanıp çifte telli oynamaya. siz artık siz değilsinizdir. alkolün gevşettiği civatalar mustafa’nın sesiyle ait oldukları yerleri terk etmeye başlarlar, haydi musti, sahne senin: 

“anlamaz aşk acısından
gidene dert olmaz
dağ dağa küstü mü
hiç kimse nedenini sormaz”

sözlerin kaotik yapısı kafanızı daha da allak bullak eder. hatta mustafa’nın poetikasının temel taşlarından birini oluşturan karmaşa, bu şarkıda öyle bir kıvama ulaşmıştır ki, ilk birkaç dinleyişte –benim için bir düzine kadar- şarkının güftesine hakim olmak imkansızdır. gidene dert olmazı anladığınız anda kendi haleti ruhiyenizle dalga geçmeye başlarsınız. ayaktasınızdır ve oynuyorsunuz muhtemelen coşan hemoglobinlerinizinle birlikte. iyi ama dersiniz içten içe, dağın dağa küsmesiyle örtük olarak ima edilen küsülen dağın bihaber halinin bu şarkıdaki anlamı nedir? “öff be” diye söze katılır mütereddit ve tedirgin’i inceden azarlar: “oğlum bırak akışına, her şey gölgede aynı, unutma, oyna, takıl kafana göre, haydeee”. müto’ya hak verirsiniz, zira hiç kimse nedenini sormaz’dır işte yahu. üstelik “anlayamaz yeni bir aşkı kabul edemez \ bu kalbi iki kişi paylaşamaz \unutmadı daha yeni gideni”dir be ya, daha ötesi var mıdır? mustafa üstat her ilk üç dizeyi vurgulaya vurgulaya anlamaz\ anlayamaz \anlatamaz diye boşuna mı söylemektedir hem?

yaralamıştır şarkı sizi, evet, yaralamıştır son bir dakikaya girerken. alttan alta fondaki sanayi tipi hazır ritim –kim bilir hangi yunanlı gencin içli bestesidir o kim bilir ahh!- coştukça coşmakta, siz ise son mısralara takılmaktasınızdır: “unutmadı daha yeni gideni \ unutmadı onu terk edeni \bekler hep onu sileni” hey gidi günler bea. giden, eden, silen bir mutfak robotu gelir aklınızda sizi ezip geçen, ama bu anımsama çok uzun sürmez. nakarattaki bir birine küsen çılgın dağların şarkının bütününde neye tekabül etmek zorunda olduğunu ister istemez alışkanlıktan sorgulamaya devam edersiniz. brechtien yabancılaştırmanın özünü kavramıştır mustafa, tedirgin kendi derdiyle boğuşurken.

siz ilginç figürlerle dans ederken o yarı hüzünlü, yarı coşku dolu 4 dakika 8 saniye çat diye, duygusal krişendonuzun orta yerinde biter. şimdi üzülmeli mi, yoksa sevinmeli misinizdir? bu konuda söylenebilecek çok şey yoktur. bir bilene başvurursunuz. benim bilenim de mütereddit olduğu için döner ve sorarım ona: 

“usta, nedir yani şimdi? niye dinliyoruz bu şarkıyı biz, neden iyi geliyor böyle cozuttuğumuzda, üstelik türk pop müziği tarihinde yarattığı yıkıcı etkinin en az 150 yıl süreceğini düşündüğümüz mustafa sandal’ın gge’sinde bizi cezbeden, post-rock’tan, progressive rock’tan, blues’dan jazz’dan bizi alıp bu nemli hüzün diyarlarına atan nedir, söyle ne olursun yahu?”

mütereddit biten birasını yere bırakırken size bir süre bakar ve boş şişeyi yere koymasının ardından sol eliyle çerez tabağındaki son kaju’yu sinsice ağzına atar. sağ eli ise mouse’a, ordan oraya savrulmaktan yorulan minik imleç ise play listteki tek şarkının üzerine yönelir. mustafa sandal – gge.mp3’e gözü kara bir tavırla çift tıklar, hemen ardından da hayatınızın özeti olan döngüyü hatırlatan, o kendi kıçını kovalayan oka tıklar. çünkü her daim öfkelenecek bir şeyler bulmakta hiç zorlanmayan insanlar vardır. hayatı dahil olduğu familyadaki herkesten daha yoğun yaşar bu insanlar.

Sleepmakeswaves / Tangled Thoughts of Leaving - Split

Namı malum Split, Sleepmakeswaves’in 3, Tangled Thoughts of Leaving’in ise 2 şarkısının yer aldığı bir LP. Gallerden Avusturalya’ya uzanan notaların birbirine karıştığı bu albümün adını ve yaratıcılarını bilmesek bile albümün ‘sesinin’ çatallanıp değiştiği, ruh hallinin alengirlenip farklılaştığı noktayı sezerek, bu albümün en az iki yaratıcısı olduğunu söyleyebilmemiz mümkün.

İyi ama, bu durum, bu tip bir albüm için iyi bir şey mi? Ve eğer iyi bir şeyse kim adına iyi? Açıkçası albümün %40’ını oluşturan ikinci kısmını ilkinden daha fazla sevdiğimi söylemem gerek. Tangled Thoughts of Leaving’in piyanonun hakim olduğu, yer yer progressive rockla ciddi münasebetlere giren, jazz'a Esjbornyen noktalarda temas etmekten çekinmeyen ve post-rock’ın muğlak sınırları içine bir girip bir çıkan ve ve ve her hamlesinden sonra kendine yeni hudutlar belirlemek isteyen sound’unu sevmemek, bu sound’un barındırdığı garip tınıların geleceğe dair umut verdiğini söylememek güç. Sleepmakeswaves’in daha çok ‘başkalarını andırmak’ köprüsü üzerinde gidip gelen parçalarının en büyük talihsizliği de Tangled Thoughts of Leaving ile aynı kartonetin altına sığınmış olmaları. Zira içinde bulundukları medya onları dinleyenleri kıyaslama yapmaya mecbur bırakıyor. Lakin, Split’in “A Vexing Predicament” ile önünde çatallanan yolda farklı coğrafyalara yelken açmayı tercih eden ve “The World Is a Deaf Machine”e gelindiğinde mecburi kıyaslamalar yerini (loopları saymazsak sadece) 15 dakikalık, tanıdıkça daha da merak edilen biriyle tanışmayı andıran keyfe bırakıyor. Kısacası, Split’in bir ruhu varsa onu Gallerden aldığını söylemek çok da yanlış olmayacaktır.

8 Ağustos 2009 Cumartesi

Coconuts of Rosiemarry


Işıklar sönsün..
Mumlar yakılsın..
Bir kabile ritüelini andıran takılar takılsın..
Kızkardeşler rengarenk elbiselere bürünsün..
Pudralar sürünsün..
Davullar görkemle patlasın..
Şehir merkezinde bir oyuncakçı soyulsun..
Tüm oyuncaklar bir masaya yayılsın..
Şehir merkezinde bir müzik dükkanı soyulsun..
Çalıntı çalgılar sahneye konsun..
Çalgıcılar çalıp çırpsın ruhlarımızı..
Işıklar sönsün..
Ruhlar çağrılsın..
Yolsuz bir topluluk karanlıkta bir patika bulsun..
Herkes gözlerini kapasın..
Herkes kendi ruhunu çağırsın..
Gitarda akorlar çınlasın..
Ruhlar kendi bedenleri bulsun..
Yağmur dansı başlasın..
Mikrofonlara saklanmış hüzünlü birkaç hayalet kaçıp duvarlara çarpsın..
Buharlaşıp heryere yağsın..
Şov başlasın...
Cocorosie loş bir sahneye çıkar ve ilk notalardan itibaren 500 kadar kişiyi birden sahneye yanlarına alırlar. Notalar piyano tuşlarını beklemeden kaçar. Kaçarlar ki sopranonun ardından bir düşe girer arkadan bize kapıyı açarlar.
Bear Hides and Buffalo-Madonna-Sunshine...
Kimse birbirine bakmaz, ya büyü bozulursa diye. Ancak Afrikanın en habis büyücüleri bilir bu kadar ince bir sanatı.
Good Friday-Promise-Noah’s Ark...
Bir müzik türüne Freak Folk ismi konulurmuymuş. Konulurmuş. Çok da yerinde olurmuş. Doğru yer ve zamanda Cocorosie’nin tek şarkısı öksüz doyururmuş.
South 2nd-Japan-Terrible Angels...
Kırık bir ses mırıldanır ardı arkasına kırık sözleri. Durduramaz kendini, danseder bedenler ufalanirken içleri. Bir tek ölüler sallanmaz o gece durdukları yerde. Ölüler zaten gelmez o sahnenin önünde kendinden geçmeye.
Beautiful Boyz -Werewolf-Raphael...
Konser sırasında dünya dönmüşse dönsün..
Bana ne!
Zaten o gece yuvarcık kalmış altımdan kayarken, ben iyice üstünde..
Ne farkeder, dönmüşse dönsün..
Kızlar veda etmiş gitmiş..
Vedayı kabullenememişlik var bir tek benim üstümde..
Işıklar sönsün..

5 Ağustos 2009 Çarşamba

Cut The Crap!


Yaz mevsiminin gelmesiyle çevresindeki tanıdık tanımadık her bünyeye hasıl olan ve çoğu zaman anlamlandırmakta güçlük çektiğim nedensiz neşeden rahatsız olanlardan mısınız? İklim normallerinin bedeninize musallat ettiği bunaltıcı nemli havadan acilen kurtulmayı mı arzuluyorsunuz? Tüm bu olan bitene karşı elinizden hiçbir şey gelmiyor mu?

Crippled Black Phoenix henüz evlere servis yapmıyor, ama yine de 200 tona kadar kötü şansı size kısa sürede kargo yoluyla ulaştırabilir, balkanlardan acilen gelmesini beklediğimiz soğuk hava dalgasını başka bir yönden, altında sanatlarını icra ettikleri gökkubbelerinden eksik olmayan yağmur bulutlarına iliştirip, taa İngiltere’den buralara yollayabilirler. Hatta durun, (yalnız olmadığımı varsayarak devam ediyorum) muhtaç olduğumuz yardımı bize çoktan ulaştırdılar bile!

İşte, tam da bu nedenle 200 Tons Of Bad Luck hakkında bir şeyler yazmak kendi adıma çok zor, zira beni kurtaran bir albüm hakkında etkilenimlerinden, çıkış noktasından ya da bir review’un olmazsa olmazları nelerse onlardan söz eden bir yazı yazmak gelmiyor içimden. “Burnt Reynolds”ın startı vermesinin ardından 9. parçaya vardığınızda duyacaklarınızdan da söz etmek istemiyorum hiç. 444’ün çarpanlarından söz ederek, ‘ne saçmalıyor bu be’ demenizi sağlayacağım sadece: 1, 2, 3, 37, 222 ve 444 vesaire…. Yapmacık şeyleri hakikatin yerine ikame etmeye çalışanlarla, mevsim normalleri nedeniyle etrafı sarıp sarmalayan parlak güneş ışığı altında durmadan ‘iyi şeylerden’ söz etmek isteyenlere göre bir albüm değil 200 Tons Of Bad Luck. Özellikle çarpanlarıyla sizi meşgul ettiğim sayıyı kendisine isim bellemiş parçanın en sonuna bir kulak verin. Crippled Black Phoenix’in neden şarkılarına “endtime ballads” dediğini daha iyi anlayacaksınız. Ya da hiç olmadı, şu yaz aylarının yapış yapışlığından bir albüm boyu da olsa kurtulmuş olacaksınız. Az mı?

4 Ağustos 2009 Salı

I live among the creatures of the night!




Kenan Evren'in cehenneme yaklaştığı şu günlerde insanın 80'leri anmaması olmaz. Bu on yıl, tartışmasız Türkiye tarihinin en büyük kırılma süreci olmuştur. Kırılma kelimesi ifade etmekte sıkıntı çeker hatta çoğu zaman, başka bir kelimeye ihtiyaç duyarız. Yarık gibi, yarılma gibi. Hakikaten de öyledir: bir toplumun bütün pratiklerinin, düşünüş biçimlerinin, hayata bakış açılarının ve korkularının tek kelimeyle dumura uğratıldığı bir darbeden sonra dönüşen hayatlar... Ne dense eksik kalır, hiç bir analiz bu yarığın etkisinin bilgisine erişemez.

Ancak 80'ler ve bir dönüm noktası olarak 1980 tarihi yalnızca Türkiye için değil, bütün dünya için böylesi bir anlam taşır. Belki bizdekinden az, belki çok; ama dünyanın -Foucault'nun deyişiyle- "episteme"si 80'le birlikte başkalaşmamışsa, buna bir milad olarak başka bir tarih bulmak çok güç olur. 80'lerin getirdiği en temel şey insanları yürüdükleri sokaklardan püskürtüp güvenli yerlere sokmak, onlara her an korku malzemesi olarak sunulacak yeni aygıtlar yaratmak ve onların artık başka türlü düşünüp hareket etmeleri, bunu da daha iyi bir tebaa olmaları için zorlanmalarıyla özetlenebilir, benim gözümde. Biraz da bu son dediğim yüzünden muhafazakarlığın neo-liberalizmle birlikte bütün dünyayı salladığı, İngiltere'deki meşhur Thatcherizm, Amerika'daki Reagan'la cisimleşen politikalar ve bütün Avrupa'nın sistem karşıtı politik hareketlilikten içe dönüklüğe ve nihilizme kaydığı bir 10 yıldır bahsettiğimiz.

Ancak, dedim ya, o kadar çok şey değiştirmiştir ki bu 10 yıl, bunu "muhafazakarlık" etiketiyle adlandırmak bana biraz kolaycılık gibi gelir. Muhafazakarlık, politik yelpazenin bir parçası olarak anlam kaybına uğrar böylelikle. Halbuki 80'lerle yaşanan şey bir devrim olmasa da, baş döndürücü bir reformist hareket değil midir? İşbu halde özellikle "Iron Lady", neo-victorian Margaret Thatcher'a havale edilen cinsel özgürlük hareketleri de bu reformizmle birlikte 90'ların ortalarına kadar yeraltına çekilmiştir. Reformizm işin bu kısmında zaten. Mecbur kalınan çekilme, beraberinde yeni taktikleri getirir. Ne iktidarın cinsel özgürlüğü 60'lar ve 70'ler boyunca sürdürme isteğinde, ne de genç kitlelerin istediklerini almaları konusunda bir değişim olmamıştır. Olan şey, yöntemlerin değişmesidir. Baş döndürücü ne varsa, 80'ler boyunca ve sonrasında, bu reformizmden kaynağını alır ve hayatta kalır.

Bu yüzden cinsel arzunun doğrudan ifadelendirilmesiyle ilgili her türlü söylem ya yeraltına girmiş (örneğin pornografi sıfatıyla yaygınlaşmış, buna mukabil üstü siyah kaplarla kaplanmış) ya da söylem şifrelenerek ve arzular simgeselleşerek varlığını sürdürmüştür. Bugün yalnızca cinsellikle ilgili "özgürleşme" hareketleri için değil, bütün iktidar-karşıtı hareketlerde '80 öncesine dair çok sık rastlanan muhalif nüveyi 80'lerin o ezip geçmiş temizlik ve yarma harekatına rağmen görebiliyorsak eğer, bunun için bu 10 yıldaki geri-çekilmede yaşanan her türlü taktiksel hamleyi kutsamak gerekir.

80'lerin "havasını" en iyi özetleyen ve bunu neredeyse tek başına yapabilen, Laura Branigan'dan bildiğimiz Self-Control, bu açıdan bakarsak bence çok iyi bir "sample"dır bizim için. Yalnızca müziği ve sözleriyle değil, videosuyla da bunu gerçekleştirir zaten. İtalyan bir kızın ağzından dinleriz bu şarkıyı, New York'ta geçer klip ve parça da İngilizcedir. 80'lerle birlikte darmadağın olmuş bir "gençliğin" bir araya gelişi vardır en başta. Müzik 80'ler için tipik bir soundu barındırır ancak tipik olmasının nedenlerinden biri "otantik" oluşudur: 1984 çıkışlı bir parçadır zira bu ve ardıllarını etkilemiştir. Sözler "geceye övgü" - "gündüze aldırış etmeme" temalı bilindik bir yeraltı edebiyatı hilesiyle açılır. 80'lerin o bahsettiğimiz iktidar anlayışının insana sürekli "bir şeylere karşı tetikte olması" yönünde verdiği vaaza aldırış etmeden, geceye övgü "no control" ile ve hemen ardından "self-control"ün arzulanan kişiye emanet edilmesiyle daha da yüceltilir.

Gecenin içerisindeki yaratıklar, klipte de görüleceği gibi, arzularını kamçılayan, saçlarını ve bedenini okşayan, klipteki ürkek kadını aslında arzuladığı kişiye hazırlayan hayali varlıklardan başka bir şey değildir. Bu 80'ler öncesinde şifrelenmeye gerek görülmeyen bir ifade iken, 80'lerin bunu nasıl bir anlatıma çektiği burada çok rahat görülmektedir. Ve işin bir başka kısmı: Şarkıcı bu sözleri söylerken yani "I, I live among the creatures of the night!" derken, nakarata da başlamış olur. Nakarat bir parçanın en can alıcı kısmıdır, en çok hatırlananıdır. Herhangi bir nakarat, aslında bir propaganda malzemesidir. 80'lerin Thatcherizm karşıtı propagandası da işte böyle mecazlarla yüklüdür.

Negri, İmparatorluk'ta Jerry Rubin'den alıntılar: "Yeni Sol Elvis'in kıvrak kalçasından doğdu." İşte onu, yeraltına gitmesine rağmen yaşatan da gecenin içinden çıkıp gelen ve sürekli şifrelenerek gösterilmek zorunda kalan bu yaratıklardır. Tıpkı Michael Jackson'ın dans eden zombileri gibi... Bir kuşağın demir gibi, proleter bir ifadeyle "balyoz gibi" arzuları, onları söndürmeye çalışan iktidarlara karşın kendilerine bir kap hep buldular ve hep yaşadılar. Bunu da bilhassa, 80'lerin popu yaptı.