24 Ağustos 2009 Pazartesi

Utanmadan saçmalamak ya da saçmalayabilmek




Müzik dinliyor olmamın farklı nedenleri üzerine vakti zamanında kaleme almıştım ve mecburen küçük harflerle sağa sola saçmıştım bu metni. Şimdi tekrar marxistclubber hudutlarında paylaşmayı uygun gördüm, belki "bazen" ya da hep arabesk olmaktan utanmamamız gerektiğini kabul etmemize az da olsa faydası olur.
***
her daim öfkelenecek bir şeyler bulmakta hiç zorlanmayan insanlar vardır. hayatı dahil olduğu familyadaki herkesten daha yoğun yaşar bu insanlar. homo asabius olarak adlandırmak istediğim nadide bir kitlenin üyesidirler. en büyük özellikleri kendilerine her konuda evrensel kriterler belirlemiş olmalarıdır. örneğin kent denince akıllarına izmir, istanbul, ankara gelmez, gelemez. zira kent denen şeyin binlerce yıllık bir kültür içinde demlendiğinin, demlenen kültürle gelecek arasındaki bağın kopmamış olması gerektiğini savunurlar. kentin içini de es geçmezler pek tabii: kentli denebilecek insanların varolması için, “birkaç neslin” aynı konakta yaşadığı güzel muhitlerin olması gerektiğini, böyle güzel yerlerin zontalarca talan edilmemesi gerektiğini, gelecek ve geçmiş arasındaki bağların tamamen kopmasıyla ortaya çıkan yeni zenginlerin ve zenginliğin tepeden inme hazineden geçinmeci bir zihniyetle oluşmaması, antik kuntik yöntemlerle sermayenin birikmemesi gerektiğini hep bilir. o yüzden bir iki dandik meydan, üç beş park, yedi sekiz tane alışveriş merkezini gördüğü gibi kent demez içinde bulunduğu coğrafyaya. böyle kimsenin ilgilenmediği şeylerle içli dışlı olmasının herkese anlamsız geldiğini de bilmektedir. şehirlerin planları olması gerektiğini, şehir ve bölge planlamanın “aman odtü olsun, ankara olsun, akarız be abi sakarya’ya, afili de olur odtü’lülük, sinema kulübü, dans kulübü, mezunlar derneği, kızlar felan” şeklinde diziden gördüğü ödüllü mimarla gaza gelen züppelerin puanı yetmeyince ikinci en iyi olarak puanını verimli kullanarak tercih etmemesi gereken bir meslek olduğunu harbi harbi idrak etmiştir. resim denince aklına dahi fenerli bedri gelmez, zira bruegel’e bir kez bile olsa göz atmıştır hayatında. veya şiir denince içli anne özlemi zırvalarına politik haki renkler biçen, eli az çok kalem tutan arkadaşlarına sağda solda kendi adına övgü yazıları yazdıran bıçkın doğulu şairler aklının ucundan geçmez; mallarme, rimbaud, ece ayhan gezegenleri arasında uydu olmuşluğu vardır vaktinde. velhasıl, trışkadan imzalarla iş gören yeteneksiz hırtlarla işi olmaz onların, ulan hepinizin gelmişini geçmişini!..

işte, homo asabius intizama önem verdiği için erzurum’da bulunan 150 yıllık bir caminin bir alay dangoz tarafından yapılan restorasyon sırasında hırpalanışından bir başyapıtı anlatır gibi söz eden bir haberi televizyonda gördüğünde istanbul’da üşüyen, takıntılı ve fakat illaki sohbet edilesi bir canlıdır. onunla birlikte sızlanma pek de keyiflidir, bir alkol komasından bir diğer alkol komasına onunla el ele geçmenin tadına doyulmaz. kadınlar homo asabius’ları da bu yüzden sever ya da aşık olurlar. ama sonunda yine aynı sebeplerle bırakıp giderler. zira sıkıntısı, dışa kapalılığı çeker onların dostlarını da kadınlarını da. ama sonuç hep aynıdır: gelme nedenleri gidiş dönüş onaylı bir bilettir, fiyatı makul sonucu hoyrattır. herkes geldiği gibi, aynı nedenle gider sonunda.

kendi kendine tasfiye ettiği insanların dışında sınırsız kadro dışı bırakılacaklarını fark edenler ufaktan yaylanmaya başlayınca zamanla gelip gidenlerin sayısında bir şişme meydana gelir. gelip giden sayısı el ve ayak parmaklarıyla ifade edilmez hale geldiğinde kendine has bir ermiş olmuştur artık homo asabius. ve öylece gelip böylece giden herkesi anlayışla karşılayabilecek erdemler bütününe sahip olur bir süre sonra. normalde sağa sola saçmakta çok bonkör olduğu öfkesini alıp başını gidenlere yöneltmez. güler geçer, iyi sözlerle anar onları, gidenler pek geride kalanın adını hatırlamasalar da… yalnızlığında ve asabiyetinde, homurtuları arasında eğlenmenin kendince şahane yollarını bulmak zorundadır budan kelli yalnız kovboy homo asabius. gelen gideni falan aratmaz, bunu da bilir haa, üfürükten kalıp cümlelerle ancak her şey dahilci yerli turistin kandırılabileceğinin de farkındadır çünkü. lakin kendi içindeki karnavalda homo asabius takıla dursun, bunca farkındalık sonunda hayatı işkenceye çevirir. ota boka ironi okları sallamaktan kolları et keser homo asabius’un. hadi ona geçireyim, dur şuna da bir sürtüneyim, bak bak dangoza bak, lan bu lombak ne diyor, sinemadan ne anlıyor, yahu her hafta ne bokuma bu kitap tanıtım mecmuasında insanlar şiirde, romanda ve edebiyatın her bir metrekaresinde devrim olmuş gibi davranıyor ki, lan elindeki pipodan başka bir boku olmayan bu dalama eleştirmen de kim be diye söylenirken havasız kalmaya başlar. yıllar geçtikçe daha bitkin düşer. çevresindekilerin seyrelmesinden üzülmemiştir de kendi ıstırabıyla her gün boğuşmaktan sıkılmıştır sadece. çevresindeki insan popülasyonundaki azalma onu da etkisi altına almıştır: kendisini sevme sebebi kendisinden kaçma nedenidir artık. iyi de gidecek yer yoktur. kendi bedenine mahkumdur sonuçta. atsan atılmaz satsan satılmaz bir halde bakışları birkaç ay evvel döküldüğü halde dağılıp gitmiş uyduruk asfalta dikmiş baygın baygın dolaşır sevmediği şehrin sevmediği sokaklarında. 

iyi de bunların mustafa sandal ile ne alakası var, dediğinizi biliyorum. iki dakika sabredin azizim. konu dışına çıkmak sadece celal salik’in derdi değildir ki, az çok biz de bu derdin hedef alanı içindeyiz, lafı uzatmamız ondandır, yanlış anlayıp yazıyı okuma nedeninizi de beraberinde alıp götürmeyin sakın. durun, devam ediyorum, bir soluklanın.

homo asabius da ne kadar kendine takıntılarından bir kafes inşa etmiş olursa olsun insandır nihayetinde. lan arada eğlenmek, toplumun içinde bir kalıp sabuna dönüşüp toz kalkmasın diye ıslatılan dükkanların önündeki suya bir kez dalarak köpürüp, bir sağa bir sola kayıp uçup gitmek ister deli gönlü. dedik ya; nihayetinde o da insandır. 

normalde beğeni eşiğini altında kalan her şeyi topyekün reddederken ara sıra sabun köpüğü şarkılarla içlendiğini, kah hüzünlenip kah coştuğunu tam da en bitkin olduğu zamanlarda bu tip köpüklü ürünlerle kendi kayıp süzülüp gitme eylemleri sırasında fark eder. her dakika homesick for space’le, gsybe!’la, jan luc godard’la paradjenov’la, nabokov’la, calvino’yla geçmez, geçemez. herkesin hobi olarak cebelleştiği şeyler onun hayatının ta kendisi olduğu için ciddi bir okuma, film izleme, müzik dinleme mesaisinin ardından kendisini dinlendirecek kıytırık şeylerin izini sürmeye mecburdur. damak zevkinin dışında kendisini dinlendirecek şeyler ararken de elbette titizdir, ama az evvel de belirttiğim gibi, daha hafif meşrep şeyler aramaktadır homo asabius’luğu bir kenara bırakıp tüm gün tükettiği kendisinden arda kalanlarla yeniden kendini inşa ediş sürecinde.

pirimiz, büyük usta mustafa sandal tam da burada sahnedeki yerini alır. bilirsiniz, o asla affetmez zira aya benzer yüreği. hal böyle olunca kendimizi onun kollarına rahatlıkla bırakabiliriz. 

bizde öyle yaptık. pek yakın bir tarihte, kendisinden mütereddit -ben ise sade tedirgin- olarak bahsedeceğim bir diğer homo asabius arkadaş ile yıkıntılarımızdan yeniden doğmak maksadıyla alkole bandırdığımız karaciğerlerimizi çitelerken bir yandan da müzik dinliyorduk pek tabii ki. mevzunun düğümlendiği yere henüz vardık. mustafa sandal’ın 2007 yılında piyasaya çıkan, adıyla da az sonra yapacağım tanımlamayı doğrulayan, pop müzik tarihimizin kazaklı arabalı zincirinin son halkası “devamı var” adlı albümünün en bomba, en canlı, en fena şarkısı “gönlünü gün edeni”den bahsediyorum efendim –bundan sonra şarkımızdan gge olarak söz edeceğim-. evet, evet, adı bile insanı bir başka diyara götürüyor değil mi ama?

şöyle bir baktım da genelde gece 12’den sonra yazılan içli entry’lerin hammaddesi olmuş bir şarkı gge. burnuma anason kokusu, dilime şerbetçi otu tadı gelmiyor değil hani. ama doğal olanı da budur yahu. şarteli indirip, öteki beni bahçeye hava almaya çıkardığımız saatlerdir 12 sonrası. mütereddit de tedirgin’i bu güzide musiki eseriyle böylesi saatlerde tanıştırdı işte. play listleriyle can yakan bir zatı muhterem olduğu için mütereddit, adamı böyle zaman zaman sizin vereceğiniz konsept dahilinde darmadağın edebilme yetisine sahiptir. piizi kontrol eder, bilinci allak bullak eder velhasıl. gönül onu ulusal yayın yapan bir radyoda 12’den sonra alkollü şen şakrak sohbetler eşliğinde çalacağı çılgın şarkıları dinlerken takdir etmek ister ama “kader”, hayat ne gösterir bilinmez…

4 dakika 8 saniyelik, muhteviyatında ne miktarda hüzün ne miktarda neşe barındırdığını bir türlü çözemediğimiz gge inceden başladı mı çalmaya işler değişir efendiler! hafif gümbürtüyle sözlere yaklaşırken alyuvar akyuvar ve alaturkadan mürekkep kanımızdaki hemoglobinler başlar ayaklanıp çifte telli oynamaya. siz artık siz değilsinizdir. alkolün gevşettiği civatalar mustafa’nın sesiyle ait oldukları yerleri terk etmeye başlarlar, haydi musti, sahne senin: 

“anlamaz aşk acısından
gidene dert olmaz
dağ dağa küstü mü
hiç kimse nedenini sormaz”

sözlerin kaotik yapısı kafanızı daha da allak bullak eder. hatta mustafa’nın poetikasının temel taşlarından birini oluşturan karmaşa, bu şarkıda öyle bir kıvama ulaşmıştır ki, ilk birkaç dinleyişte –benim için bir düzine kadar- şarkının güftesine hakim olmak imkansızdır. gidene dert olmazı anladığınız anda kendi haleti ruhiyenizle dalga geçmeye başlarsınız. ayaktasınızdır ve oynuyorsunuz muhtemelen coşan hemoglobinlerinizinle birlikte. iyi ama dersiniz içten içe, dağın dağa küsmesiyle örtük olarak ima edilen küsülen dağın bihaber halinin bu şarkıdaki anlamı nedir? “öff be” diye söze katılır mütereddit ve tedirgin’i inceden azarlar: “oğlum bırak akışına, her şey gölgede aynı, unutma, oyna, takıl kafana göre, haydeee”. müto’ya hak verirsiniz, zira hiç kimse nedenini sormaz’dır işte yahu. üstelik “anlayamaz yeni bir aşkı kabul edemez \ bu kalbi iki kişi paylaşamaz \unutmadı daha yeni gideni”dir be ya, daha ötesi var mıdır? mustafa üstat her ilk üç dizeyi vurgulaya vurgulaya anlamaz\ anlayamaz \anlatamaz diye boşuna mı söylemektedir hem?

yaralamıştır şarkı sizi, evet, yaralamıştır son bir dakikaya girerken. alttan alta fondaki sanayi tipi hazır ritim –kim bilir hangi yunanlı gencin içli bestesidir o kim bilir ahh!- coştukça coşmakta, siz ise son mısralara takılmaktasınızdır: “unutmadı daha yeni gideni \ unutmadı onu terk edeni \bekler hep onu sileni” hey gidi günler bea. giden, eden, silen bir mutfak robotu gelir aklınızda sizi ezip geçen, ama bu anımsama çok uzun sürmez. nakarattaki bir birine küsen çılgın dağların şarkının bütününde neye tekabül etmek zorunda olduğunu ister istemez alışkanlıktan sorgulamaya devam edersiniz. brechtien yabancılaştırmanın özünü kavramıştır mustafa, tedirgin kendi derdiyle boğuşurken.

siz ilginç figürlerle dans ederken o yarı hüzünlü, yarı coşku dolu 4 dakika 8 saniye çat diye, duygusal krişendonuzun orta yerinde biter. şimdi üzülmeli mi, yoksa sevinmeli misinizdir? bu konuda söylenebilecek çok şey yoktur. bir bilene başvurursunuz. benim bilenim de mütereddit olduğu için döner ve sorarım ona: 

“usta, nedir yani şimdi? niye dinliyoruz bu şarkıyı biz, neden iyi geliyor böyle cozuttuğumuzda, üstelik türk pop müziği tarihinde yarattığı yıkıcı etkinin en az 150 yıl süreceğini düşündüğümüz mustafa sandal’ın gge’sinde bizi cezbeden, post-rock’tan, progressive rock’tan, blues’dan jazz’dan bizi alıp bu nemli hüzün diyarlarına atan nedir, söyle ne olursun yahu?”

mütereddit biten birasını yere bırakırken size bir süre bakar ve boş şişeyi yere koymasının ardından sol eliyle çerez tabağındaki son kaju’yu sinsice ağzına atar. sağ eli ise mouse’a, ordan oraya savrulmaktan yorulan minik imleç ise play listteki tek şarkının üzerine yönelir. mustafa sandal – gge.mp3’e gözü kara bir tavırla çift tıklar, hemen ardından da hayatınızın özeti olan döngüyü hatırlatan, o kendi kıçını kovalayan oka tıklar. çünkü her daim öfkelenecek bir şeyler bulmakta hiç zorlanmayan insanlar vardır. hayatı dahil olduğu familyadaki herkesten daha yoğun yaşar bu insanlar.

2 yorum:

naksinigar dedi ki...

yaşasın homo asabius!

naksinigar dedi ki...

bişey daha diyecektim ya.

öfkesi kendinden menkul insan öfkesini kontrol etmeye diğer köpükten öfkelilere göre daha yatkın. bence. şöyle ki, bir berbat televizyon dizisindeki bir berbat karakterin yaptığı anlamsız bir harekete anlamsızca sinirlenen bir insan, gerçekten sinirleneceği bir şey bulduğunda,, aklına daha önce sinirlendiği anlamsızlıklar silsilesi geliyor ve sırf o gerçek olaya hakkını verebilmek için öfkelenmek yerine başka bir şey yapmayı seçiyor. ne bileyim, ağlıyor, umursamıyor, alay ediyor falan, bir takım işler. ama kesinlikle öfkelenmiyor; biliyor ki öfke her zaman içinde, ne zaman istese orada bir yerlerde. zaten bol bulmuş saçıyorsa etrafına, biraz da kıymetini bilse ya.