26 Aralık 2009 Cumartesi
Hoşçakal Vic
Vic Chesnutt öldü. 45 yaşında intihar etti ve girdiği komadan kurtulamadı. Küçük yaştayken trafik kazasında ayaklarını kullanamaz duruma geldiği için tekerlekli sandalyeye bağımlı yaşıyordu. Ama ayaklarının önemi, müziğine ve sesine ve gitarını çalan parmaklarına nazaran o kadar da önemli değildi. Ya da biz yanılıyorduk. Zira hastane masrafları 70,000 doları bulunca artık bu paraları ödemek istemediği için, kendi ifadesiyle "Screw you death!" diyerek intihar etti. Yine kendi deyimiyle "müntehir" bir insandı. Onu çeşitli işlerinin yanı sıra bilhassa ASMZ'yle çıktıkları şovlardan ve son albümünden tanımıştım. Constellation Records bünyesinde bulunuyordu ve müziğinde daha da özgürdü.
Artık özgürlüğü kelimelerle ifade edilemez.
Hoşçakal, Vic...
"Artık ne çok 'obituary' okuyoruz değil mi?" - U. Baker
28 Kasım 2009 Cumartesi
Ce n'est pas moi qui clame!
Ce n'est pas moi qui clame,
C'est la terre qui tonne!
"Haykıran ben değilim/Gürleyen toprak!" diyor az aşağıdaki videoda Bertrand Cantat. 2002'de Paris'teki bir konserlerini bu parçayla açmışlar. Benim daha evvelden bildiğim bir parça değildi, zira bir tek bu konserde çalmışlar, "Noir Désir en Public" isimli live albümünde yer alıyor zaten. Noir Désir'i çok fazla anlatmaya gerek yok, müziğine, yaptıklarına, Cantat'nın trajedisine çoğumuz aşinayız. Ama grubu çok daha önemli yapan şey ne kadar katılınır bilmiyorum ama Cantat'nın yaşayan en büyük vokallerden olduğu. Onun şimdiye kadar yaptığı ileride Jacques Brel'le, Jim Morrison'la karşılaştırılacak; vokal tekniği, tonlamaları, sahnesi, vs.
Her neyse. Bahsi geçen parçanın videosunu izlemeye durun siz, videonun altında da sözlerini bulacaksınız. Sözler de başarılı bana kalırsa.
Marxist Clubber hepinize iyi bayramlar diler!
Edit: Yoğun istekler üzerine sözlerin berbat bir çevirisi yorumlar kısmına eklendi.
Edit 2: Bu işte bir iş var diyordum ki varmış. "Ce n'est pas moi qui clame" Attila József'in bir şiiriymiş. İşin güzeli, şiirin bir de İngilizce çevirisini buldum Google Books'tan. Onu da şuradan görebilirsiniz ve benim korkunç çevirime katlanmak zorunda kalmazsınız! :)
Ce n'est pas moi
Ce n'est pas moi qui clame
Ce n'est pas moi qui clame
C'est la terre qui tonne
Ce n'est pas moi qui clame
Ce n'est pas moi qui clame
C'est la terre qui tonne
Gare à toi, gare
Gare à toi, gare
Car le diable, car le diable est devenu démon
Fuis au fond des sources pures et profondes
Ohhh! Fuis au fond des sources pures et profondes
Oh! Plis toi dans la plaque de verre
Dérobe toi dans la lumière des diamants
Sous les pierres, parmi les insectes rampants et
Oh cache toi, oh cache toi dans le pain frais
Oh pauvre, mon pauvre ami
Infiltre toi dans la terre avec les pluies nouvelle
Oh mon pauvre pauvre amis
C'est en vain que tu plonge ton visage en toi même
Tu ne pourras jamais le laver que dans l'autre
C'est en vain que tu cache ton visage en toi même
Tu ne pourras jamais le laver que dans l'autre
Soit la lame de la petite herbe
Et tu seras plus grand que l'axe de l'univers
Oh machine, oiseaux, feuillage et étoiles
Notre mère stérile réclame un enfant
Oh mon ami, mon amour mon amour d'ami, mon ami, mon amour d'ami...
Que cela soit terrible.. ou sublime
Que cela soit terrible.. ou sublime
Ce n'est pas moi qui clame
Ce n'est pas moi qui clame
C'est la terre qui tonne!
15 Kasım 2009 Pazar
God is an Astronaut Dinletisi, 12 Kasım 2009
Efendim öncelikle çoook uzun zaman sonra bir merhaba. Bu kadar uzun zaman post girilmeyen blog -hele de kolektif blog- olur mu demeyin. Olur. En son 2 ay 10 gün önce bir video koymuş MT. Şimdi tekrar yazılara geri dönüş olacak diye umalım. Bu süreçte her birimiz için dönülmesi gereken önemli dönemeçler oldu diyerek kısa keselim. Mevzuya girelim.
God is an Astronaut İstanbul'a ikinci kez geldi. İlk gelişlerinde 2007 Barışarock sahnesini zapt etmişlerdi. Ben o konseri izleyememiştim, çünkü Türkiye'de değildim. Dolayısıyla bu bir karşılaştırmalı konser yazısı olmayacak. Ama bazı karşılaştırmalar yapılacak. Onlara geleceğiz sırayla.
GIAA konseri açıklandığında Türkiye'deki "post-rock" cemaatinde bir hareketlenme oldu haliyle. Neticede GIAA bu janrın önemli gruplarından biri ve 2007'den sonra bir de 2009'da konser verecek olmaları mühim bir gelişmeydi. Burada bu tür müziğe yakın duran, dinleyen, takip eden bir kitleden bahsetmek de lazım aslında. Nitekim Biletix de bunu duyururken "gizli" kalmış bu dinleyicilerden söz ediyordu. Velhasıl, bu izleyiciler için GIAA konseri, kıpırdanmalar son yıllarda artsa da, grubun dünya müzik endüstrisinden her daim uzakta -yani onun çevresinde- kalacak olan İstanbul'a geliyor olmalarından dolayı kayda değer bir gelişmeydi.
Konserin üstünden birkaç gün geçti. Bunları yazdığım saat Pazar'ı Pazartesi'ye bağlayan geceyi gösteriyor ve konser Perşembe gecesi (12 Kasım 2009) yapıldı. Perşembe gecesi için GIAA konserinden iyi alternatif olabilir mi? Daha da ötesinde, bu haftalar için GIAA konserine bilet almak birçok kişinin "to do list"inin en tepesinde yer alan maddeydi.
Organizatörler de bunun bilincindelerdi tabii ki. Konser için uygun görülen mekan: Jolly Joker Balans. Vaktiyle çok takıldığımız "rock bar"ların o sinir bozucu dizaynına denk düşen, içerisi kalabalık olduğunda insanların birbirini ezdiği bir mekan. Konserin bilet fiyatları: ilk satışa çıktığında 40 YTL, daha sonra Biletix üzerinden 50 YTL. Tanrı'ya şükür, sosyal çevremin geniş olmasından dolayı konsere para vermeden izleme hafifliğini yaşadım (special thanks to Sel ;) ). Zira buradan sonra anlatacaklarım 40-50 YTL verilen konserin nasıl olmaması gerektiği üzerine.
Öncelikle şunu söyleyelim. Bir Perşembe gecesi, yani ertesi gün birçok kişi için mesai veya okulun olduğu bir gece, bir konser saat 23.15'te başlamaz. Bu en hafif deyimiyle çakallıktır, şark kurnazlığıdır. Saat 21.00'de, 22.00'de mekana geleni bol bol içirmek suretiyle söğüşlemenin amaçlandığı bir basitliktir. Buna işletme mantığı denebilir; Türkiye'de kapitalizmin işletme mantığı müşteriye/tüketiciye yapılan her türlü saygısızlığı doğal karşılar nasılsa. Bunu aklımızda bir tutalım.
İkinci olarak: Balans gibi bir mekanda konser düzenlemenin abukluğunu geçtim, buraya biletli 800 küsür kişiyi sığdırmak nasıl bir açlığın tezahürüdür diye sormak gerekiyor. Bir yandan ayağına basan adamdan kaçarken, "Bira içen var mı?" diye soran garsonla çarpışmak, önünden geçen kızın orasına burasına değmemek için kasmak takdir edersiniz ki konserden çok şey götürdü. Dedim ya, ben para vermedim, inatla içeride de Balans'a beş kuruş kaptırmadım. Ama ya diğerleri?
Bu tür konserlere gidip katılan, izleyen, "sosyalleşen" bir kitleden bahsetmiştik. Bu kitle, onların parasını söğüşleyen bu kargalar güruhuna karşı tepkisiz kaldıkça bu işler böyle devam edecek ne yazık ki. Sonra da "Ay şekerim şu grubu izledik, süperdi" denilecek. Hayır efendim, sen o grubu izleyemedin ki! Sen orada bulundun sadece. Ne anladın o ortamdan? Kötü bir ses düzeni var bir defa, mekan konsere uygun değil, içerisi hınca hınç dolu... Sen GIAA konser biletini odandaki panona astın ama ne işe yaradı? Üstelik 10-20 lira da değil, 40-50 lira verdin. Üstelik orada üç tane Beck's içip 30 lira daha harcadın. Taksi parasıyla toplam masrafın 100 lira.
Diyeceksiniz ki, parası olan verir kardeşim, sana ne? Tabii verir, bana ne, ama ben isterim ki bu memlekette sadece parası olmayanlar değil, parası olanlar da hesaplı yaşasın. Hesaplı yaşamak, daha azını vermek değil. İsterse bugün harcadığının üç mislini harcasın. Ama hizmet alsın karşılığında. Kulunuz, Paris'te iki önemli konser izledi, biri Mogwai diğeri A Silver Mt. Zion. Birincisi 30 euro, diğeri 20 euro'ydu. Gittim, izledim, içtim ve keyif alarak geri evime döndüm. Sadece ben değil, hemen herkes öyleydi. Orada da çok para harcanabilir, buradakinden daha fazla harcanır hatta. Ama parasını verdiğiniz şeyin karşılığını alıyor olmak ve "Lanet olsun size!" dedirtmemek önemli bir ayrım.
Orası Paris ama demeyin. Bu hiçbir anlama gelmeyecek. Oradaki kulüpleri işletenler de yatırım yapıyor, buradakileri işletenler de. Buradakiler, oradakilerden daha az zengin değil. İnsan kendi sermayesiyle oluşturduğu organizasyonuna, mekanına, vs. yatırım yapmazsa, bugün böyle hevesli gençleri toplama kampıymış gibi bir barın içine balık istifi gibi sokar ama yarın işin hakkını veren biri çıkar (çıkmalı!) ve senin şimdiye kadarki çakallıklarını sana yedirir. Ben de buradan bakıp "Beter ol!" derim, zaten diyorum.
GIAA'ya gelirsek... Üç albümleri var, post-rock denen henüz-tanımsız janrın en tipik grubu olarak gösterilirler birçok eleştirmen tarafından. Ambient tarzlarını melodik bir sound'la birleştiren ve tabir-i caizse insanın kanına çok çabuk giren bir grup GIAA. Ancak pek deneysel sayılmazlar ve müziklerindeki formlar çok muhafazakardır. 4-5 dakikalık parçalar, klavye girişleri, hızlanan bir ritim ve gitar dominasyonundaki bir müzik. Sözlerle hiç işleri olmaz -ki severim bu yönlerini.
Ancak GIAA bir konser grubu değil. Bu konserde de izleyici şöyle yamultan, müziklerini farklılaştırabilecek işlere hiç kalkışmadılar. Projeksiyon aletinden yansıtılan ve çalınan parçalarla uyumlu görseller dışında. Onları da varolan hengamede takip etmek kolay değildi zaten. Konser sonrası yorumlarda "GIAA çok iyiydi, sanki CD'den çalıyormuş gibi çaldılar" türünden saptamaların çokluğu da, söylemek istediğim şeyi destekler nitelikte sanıyorum. Bir grubun "live" performansında "stüdyo"daki gibi bir işe imza atmaları kimilerince hoşlanılacak bir şeymiş gibi görünse de, ben bunu canlı performansların ruhuna uygun bulmuyorum pek. Neden o zaman konsere geliyoruz ki?
Yine de bu GIAA'nın değerinden bir şey götürmez elbette. Sevdiğimiz saydığımız bir gruptur ve onları görmüş olmakla listemize bir çentik daha atmış olduk.
7 Eylül 2009 Pazartesi
2 Eylül 2009 Çarşamba
Şok Şok Şok
Hürriyet gazetesinin aktardığı habere göre: "Yakın çevresi ve ailesi tarafından vatani görevini yerine getirmekte olduğu sanılan kıymetli bloglarımızdan MarxistClubber'ın güzide yazarlarından Sakallis’in, İzmir İletişim’in ikinci katında 5 aydır ikamet etmekte olduğu tespit edilmiştir. Yetkililer tarafından yapılan açıklamada..."
Ayrıntılar için tıklayınız...
26 Ağustos 2009 Çarşamba
Jessica Biel bir post-rock grubu olsa, hangisi olurdu?
Ne bayağı bir giriş ama değil mi? Lakin Jessica Biel örneğinden yola çıkarak daha bir çok türev “isim” ile müzik grupları arasında korelasyon kurabiliriz gibi geliyor bana. Mantık basit, ve bu yüzden açıklamak için (okuduğum bir haberin de teşvikiyle) fazla zaman kaybetmeden başlıyorum.
Her Perşembe günü olduğu gibi yine “Fatih Özgüven ne izlemiş, ne demiş bakayım” arzusuyla namı sabit Radikal gazetesinin web sitesine girdim. Murat Yetkin hayranı olmadığım, “Perihan gitti bu gazete bitti mon diue,” demediğim, dandirik kitap eklerinin hastası olmadığım ve Semih Gümüş’ü twitter’da takip edesim gelmemesi münasebetiyle bu gazeteyi almıyorum. Avantadan okumak daha tatlı geliyor. O yüzden gazetenin web sitesine girip dev romancı Ayça Şen’in fotoğrafıyla karşılaştıktan sonra sinir olaraktan tam Fatih Özgüven’in yazısına yöneliyordum ki, ne göreyim… Ne göreyim? Müthiş bir haber. Hem de haber fotoğrafındaki hatun bikinili, tıklayın öyleyse diğer çıplak fotoğrafları için linke! ki o hatunun adı yazıya başlığını veren ad oluyor.
Haberi aynen aktarıyorum (soldaki kalıba da hastayım).
“Antivirüs yazılım şirketi McAfee’nin raporuna göre, 27 yaşındaki Biel ile ilgili arama yapan her 5 kişiden biri, bilgisayarını çökertecek bir siteye yönlendiriliyor.”
Haberi okuduktan sonra %20 şansımı zorladım mı, örnek uzayda benzersiz bir kum tanesi mi oldum, bunlar hep bir sır olarak kalacak. Lakin haber metnindeki “27 yaşındaki” ibaresinin neye niyet neye kısmet olduğu hususunda kafam inanılmaz derece muğlak fikirlerle dolu. Bu saçma haberle ilgili ne söylenebilir? McAffe’nin muazzam piyasa araştırmasına mı güleyim, yoksa McAffe’nin müşterilerine “sakin olursanız bizim ürünlerimize tonla para saymanıza gerek kalmaz,” demesine mi yarılayım, açıkçası pek bilemedim. O yüzden haberin verdiği esine geri dönelim, haberin temel dinamiklerine ve haberin haber olma gerekçesinin basit neden-sonuç ilişkisine bir göz atalım. Oradan post-rock’a ve yazıya gerçek adını veren gruba da, kısmet ise varacağız.
Haberin esas kızı Jessica Biel. Haberdeki şişman ve gözlüklü kurban ise, Jessica Biel fotoğrafı peşinde koşarken başka sitelere yönlendirilip talihsiz bir istatistikte veri olan adam. (Adam diyorum, sanmayın cinsiyetçilik falan yapıyorum. Hatunların ihmal edilecek kadar az bu “yahşi” istatistiğe katkıda bulunduklarını düşünüyorum.) Her şeyi başlatan kıvılcım: libidinal dalgalanmalar, belki yaz sıcaklarının etkisi ve pek tabii Aşkın Metafiziği’nin önemli unsurlarından olan ideal estetik ölçüler. Senaryonun düğümü de bu. Aşılması zor bir düğüm.
Formüle edersek: f(Jessica Biel)= McAffe(0.20)
Yanisi, ava giden avlanır beyler. 20’li yaşlarının ortasındaki, doğma büyüme Krakozhia’nın başkenti Krakozhialı (merkez) bir delikanlı, 7th Heaven adlı masum diziyi, devlet televizyonu olan Krako TV’de izlerken hep iç geçirip, bir gün güzeller güzeli Jessica Biel’in harika bir aktris olup her erkeğin yüreğini yakacağını fark eder. Bu, kendisi adına büyük bir keşiftir. Annesiyle filan da duruma dair düşüncelerini kiril alfabesinin köşeli harfleri yardımıyla paylaşır, fikir aktarımında bulunur. Annesi için Krakozhialı kızlar her zaman daha güzeldir ama bu kızın da hakkını yememek gerekir hakikaten (Krakozhiaca nepostülavski). Krakozhialı kızlar da güzeldir pek tabii ama bıçkın delikanlımız biraz erişilmezlerin ve erişilmezliğin peşindedir; her genç insan kadar, her kendini önemli sanmaya meyilli bireyin yapabildiğince.
Evet, elde bunlar var, ihmal etmeyin sakın ve işlemin sonunda ulaşacağımız vaat edilmiş post-rock topraklarına boca edin hepsini. Öyleyse devam!
7th Heaven gibi mazbut bir aile dizisinden (Krakozhia devlet televizyonu her zaman vatandaşlarının ahlakından kendisini sorumlu hisseder!) ayrılıp, Krakozhialı delikanlının dehşet vizyonuyla hissettiği doğrultuda gidebilmek için bir dergiye soyunan Jessica Biel, bir süre sonra maksadına ulaşır ve 7th Heaven olur 6th Heaven. Artık diziyi izlemeye gerek yoktur. Jessica yuvadan uçmuş, daha manidar topraklara yelken açmış, dümeni kırmıştır. Bundan sonra Jessica başrolden aşağı rol kabul etmez, Justine olacaksa illa Timberlake’inden olmalı, inatlarına gark olmuştur. Öyleyse 7th Heaven’ın 6th Heaven olmasıyla yayından kaldırıldığından haberdar olan ya da olmayan Krakozhialı tüm delikanlılar için google’a girip arama yapma vaktidir artık. Pek tabii Krakozhia’daki google yasağını aşabilmek için önce hidemyass.com gibi bir siteye öncelikle kapağı atmak şartıyla.
Ötesi malumunuz. Krakozhialı şanslı delikanlılar’ın %80lik kısmı, geriye kalanlar ise lanetin McAffe Pazar Araştırmaları Departmanının (MPAD) dolaplarından birindeki tozlu raflara… Denklem tıkır tıkır işliyor velhasıl: f(Jessica Biel)= McAffe(0.20).
Benim hikayem biraz farklı. Çıkarın şimdi cebinizdeki Jessica Biel ve McAffe verilerini. Boca edin az sonra anlatacaklarımın içine. Benim Jessica Bielim, Caspian adlı, 2003 yılında Amerika Massachusetts’de kurulan ve ilk LP’leri The Four Trees ile gönlümü çalan grup. The Four Trees albümündeki Crawlspace, benim 7th Heaven’ım. Caspian ile ilk karşılaşma nedenim. Onlara ilk kez kulak misafiri oluşum. Ve google’ı açıp, çok şükür Krakozhia’dakinden (ne kadar kızları güzel olsa da özgürlük her şeydir!) rahat biçimde hidemyass.com türevlerine uğramadan, artık depresif post-rock camiasında “star olmuş gidiyorsun,” diyerek arkasından içlendiğim Caspian hakkında arama yapmamın ilk gerekçesi.
7 dakika 38 saniye ve kalbim durmak üzereyken göz yaşlarım… Yok tabi böyle bir şey. Ama The Four Trees hakikaten, eğer ağaçlarla albümleri puanlandıran ve maksimum puanı 4 ağaç olan bir iste olsaydı, sitenin yazarları tarafından adının hakkını veren bir albüm olarak değerlendirilebilirdi gönül ferahlığıyla. Uzman görüşü ya da bilirkişi raporu değil tabii sözlerim, sadece 10 Nisan 2007’de çıkan The Four Trees’i severek, üstelik defalarca dinlemiş birinin samimi sözleri benimkiler. (Haksızlık olmasın, ben aynı albümdeki Moksha isimi parçayı da çok severim, ama ilk göz ağrım belli işte, ne yapayım? –bunu söylemesem olmazdı.)
Arama sonuçlarımın, masum duygularla tesadüfen dinlediği bir grubun gelecekte iyi işler yapacağını düşünerek takipçisi olan bir müzikal libido sahibi olan ve bir mütefekkir gibi şu uzunca yazıyı kaleme alan beni, Jessica Biel’e değil de, pardon, izini sürdüğüm yeni Caspian albümü Tertia’ya değil de, Hazar denizinden çok uzaktaki başka sularda yer alan The Three Trees’e yönlendireceğini nereden bilebilirdim?
Bilemedim işte. Ben de %20lik talihsiz örnek uzay mensuplarından biri oldum çıktım. Tertia’nın bir kendini tekrar ve post-rock dininin zorunluluklarını yerine getirme gösterisi olduğunu keşfetmeye mecbur bırakıldım. Biraz Malacoda’yı sevdim, çokça Of Foam and Wave’e gitti elim ister istemez, biraz da Ghosts of the Garden City hangi kıtadadır merak ettim. Ama en çok Tertia sanılan, fakat aslında bir elmasını haşarı ve obur çocukların araklaması yüzünden yitirmiş verimli bir ağaç olan albümün kartonetine bakıp durdum ben. Pas, kir, hava delikleri (?) bana uzun zaman önce tesadüfen keşfettiğim gizli bahçeye dalan ve biricik keşfimi ikincil bir statüye mecbur eden hergeleler yüzünden yitirdiğim elmayı hatırlattığından mıdır artık, bilemedim.
24 Ağustos 2009 Pazartesi
Utanmadan saçmalamak ya da saçmalayabilmek
işte, homo asabius intizama önem verdiği için erzurum’da bulunan 150 yıllık bir caminin bir alay dangoz tarafından yapılan restorasyon sırasında hırpalanışından bir başyapıtı anlatır gibi söz eden bir haberi televizyonda gördüğünde istanbul’da üşüyen, takıntılı ve fakat illaki sohbet edilesi bir canlıdır. onunla birlikte sızlanma pek de keyiflidir, bir alkol komasından bir diğer alkol komasına onunla el ele geçmenin tadına doyulmaz. kadınlar homo asabius’ları da bu yüzden sever ya da aşık olurlar. ama sonunda yine aynı sebeplerle bırakıp giderler. zira sıkıntısı, dışa kapalılığı çeker onların dostlarını da kadınlarını da. ama sonuç hep aynıdır: gelme nedenleri gidiş dönüş onaylı bir bilettir, fiyatı makul sonucu hoyrattır. herkes geldiği gibi, aynı nedenle gider sonunda.
kendi kendine tasfiye ettiği insanların dışında sınırsız kadro dışı bırakılacaklarını fark edenler ufaktan yaylanmaya başlayınca zamanla gelip gidenlerin sayısında bir şişme meydana gelir. gelip giden sayısı el ve ayak parmaklarıyla ifade edilmez hale geldiğinde kendine has bir ermiş olmuştur artık homo asabius. ve öylece gelip böylece giden herkesi anlayışla karşılayabilecek erdemler bütününe sahip olur bir süre sonra. normalde sağa sola saçmakta çok bonkör olduğu öfkesini alıp başını gidenlere yöneltmez. güler geçer, iyi sözlerle anar onları, gidenler pek geride kalanın adını hatırlamasalar da… yalnızlığında ve asabiyetinde, homurtuları arasında eğlenmenin kendince şahane yollarını bulmak zorundadır budan kelli yalnız kovboy homo asabius. gelen gideni falan aratmaz, bunu da bilir haa, üfürükten kalıp cümlelerle ancak her şey dahilci yerli turistin kandırılabileceğinin de farkındadır çünkü. lakin kendi içindeki karnavalda homo asabius takıla dursun, bunca farkındalık sonunda hayatı işkenceye çevirir. ota boka ironi okları sallamaktan kolları et keser homo asabius’un. hadi ona geçireyim, dur şuna da bir sürtüneyim, bak bak dangoza bak, lan bu lombak ne diyor, sinemadan ne anlıyor, yahu her hafta ne bokuma bu kitap tanıtım mecmuasında insanlar şiirde, romanda ve edebiyatın her bir metrekaresinde devrim olmuş gibi davranıyor ki, lan elindeki pipodan başka bir boku olmayan bu dalama eleştirmen de kim be diye söylenirken havasız kalmaya başlar. yıllar geçtikçe daha bitkin düşer. çevresindekilerin seyrelmesinden üzülmemiştir de kendi ıstırabıyla her gün boğuşmaktan sıkılmıştır sadece. çevresindeki insan popülasyonundaki azalma onu da etkisi altına almıştır: kendisini sevme sebebi kendisinden kaçma nedenidir artık. iyi de gidecek yer yoktur. kendi bedenine mahkumdur sonuçta. atsan atılmaz satsan satılmaz bir halde bakışları birkaç ay evvel döküldüğü halde dağılıp gitmiş uyduruk asfalta dikmiş baygın baygın dolaşır sevmediği şehrin sevmediği sokaklarında.
iyi de bunların mustafa sandal ile ne alakası var, dediğinizi biliyorum. iki dakika sabredin azizim. konu dışına çıkmak sadece celal salik’in derdi değildir ki, az çok biz de bu derdin hedef alanı içindeyiz, lafı uzatmamız ondandır, yanlış anlayıp yazıyı okuma nedeninizi de beraberinde alıp götürmeyin sakın. durun, devam ediyorum, bir soluklanın.
homo asabius da ne kadar kendine takıntılarından bir kafes inşa etmiş olursa olsun insandır nihayetinde. lan arada eğlenmek, toplumun içinde bir kalıp sabuna dönüşüp toz kalkmasın diye ıslatılan dükkanların önündeki suya bir kez dalarak köpürüp, bir sağa bir sola kayıp uçup gitmek ister deli gönlü. dedik ya; nihayetinde o da insandır.
normalde beğeni eşiğini altında kalan her şeyi topyekün reddederken ara sıra sabun köpüğü şarkılarla içlendiğini, kah hüzünlenip kah coştuğunu tam da en bitkin olduğu zamanlarda bu tip köpüklü ürünlerle kendi kayıp süzülüp gitme eylemleri sırasında fark eder. her dakika homesick for space’le, gsybe!’la, jan luc godard’la paradjenov’la, nabokov’la, calvino’yla geçmez, geçemez. herkesin hobi olarak cebelleştiği şeyler onun hayatının ta kendisi olduğu için ciddi bir okuma, film izleme, müzik dinleme mesaisinin ardından kendisini dinlendirecek kıytırık şeylerin izini sürmeye mecburdur. damak zevkinin dışında kendisini dinlendirecek şeyler ararken de elbette titizdir, ama az evvel de belirttiğim gibi, daha hafif meşrep şeyler aramaktadır homo asabius’luğu bir kenara bırakıp tüm gün tükettiği kendisinden arda kalanlarla yeniden kendini inşa ediş sürecinde.
pirimiz, büyük usta mustafa sandal tam da burada sahnedeki yerini alır. bilirsiniz, o asla affetmez zira aya benzer yüreği. hal böyle olunca kendimizi onun kollarına rahatlıkla bırakabiliriz.
bizde öyle yaptık. pek yakın bir tarihte, kendisinden mütereddit -ben ise sade tedirgin- olarak bahsedeceğim bir diğer homo asabius arkadaş ile yıkıntılarımızdan yeniden doğmak maksadıyla alkole bandırdığımız karaciğerlerimizi çitelerken bir yandan da müzik dinliyorduk pek tabii ki. mevzunun düğümlendiği yere henüz vardık. mustafa sandal’ın 2007 yılında piyasaya çıkan, adıyla da az sonra yapacağım tanımlamayı doğrulayan, pop müzik tarihimizin kazaklı arabalı zincirinin son halkası “devamı var” adlı albümünün en bomba, en canlı, en fena şarkısı “gönlünü gün edeni”den bahsediyorum efendim –bundan sonra şarkımızdan gge olarak söz edeceğim-. evet, evet, adı bile insanı bir başka diyara götürüyor değil mi ama?
şöyle bir baktım da genelde gece 12’den sonra yazılan içli entry’lerin hammaddesi olmuş bir şarkı gge. burnuma anason kokusu, dilime şerbetçi otu tadı gelmiyor değil hani. ama doğal olanı da budur yahu. şarteli indirip, öteki beni bahçeye hava almaya çıkardığımız saatlerdir 12 sonrası. mütereddit de tedirgin’i bu güzide musiki eseriyle böylesi saatlerde tanıştırdı işte. play listleriyle can yakan bir zatı muhterem olduğu için mütereddit, adamı böyle zaman zaman sizin vereceğiniz konsept dahilinde darmadağın edebilme yetisine sahiptir. piizi kontrol eder, bilinci allak bullak eder velhasıl. gönül onu ulusal yayın yapan bir radyoda 12’den sonra alkollü şen şakrak sohbetler eşliğinde çalacağı çılgın şarkıları dinlerken takdir etmek ister ama “kader”, hayat ne gösterir bilinmez…
4 dakika 8 saniyelik, muhteviyatında ne miktarda hüzün ne miktarda neşe barındırdığını bir türlü çözemediğimiz gge inceden başladı mı çalmaya işler değişir efendiler! hafif gümbürtüyle sözlere yaklaşırken alyuvar akyuvar ve alaturkadan mürekkep kanımızdaki hemoglobinler başlar ayaklanıp çifte telli oynamaya. siz artık siz değilsinizdir. alkolün gevşettiği civatalar mustafa’nın sesiyle ait oldukları yerleri terk etmeye başlarlar, haydi musti, sahne senin:
“anlamaz aşk acısından
gidene dert olmaz
dağ dağa küstü mü
hiç kimse nedenini sormaz”
sözlerin kaotik yapısı kafanızı daha da allak bullak eder. hatta mustafa’nın poetikasının temel taşlarından birini oluşturan karmaşa, bu şarkıda öyle bir kıvama ulaşmıştır ki, ilk birkaç dinleyişte –benim için bir düzine kadar- şarkının güftesine hakim olmak imkansızdır. gidene dert olmazı anladığınız anda kendi haleti ruhiyenizle dalga geçmeye başlarsınız. ayaktasınızdır ve oynuyorsunuz muhtemelen coşan hemoglobinlerinizinle birlikte. iyi ama dersiniz içten içe, dağın dağa küsmesiyle örtük olarak ima edilen küsülen dağın bihaber halinin bu şarkıdaki anlamı nedir? “öff be” diye söze katılır mütereddit ve tedirgin’i inceden azarlar: “oğlum bırak akışına, her şey gölgede aynı, unutma, oyna, takıl kafana göre, haydeee”. müto’ya hak verirsiniz, zira hiç kimse nedenini sormaz’dır işte yahu. üstelik “anlayamaz yeni bir aşkı kabul edemez \ bu kalbi iki kişi paylaşamaz \unutmadı daha yeni gideni”dir be ya, daha ötesi var mıdır? mustafa üstat her ilk üç dizeyi vurgulaya vurgulaya anlamaz\ anlayamaz \anlatamaz diye boşuna mı söylemektedir hem?
yaralamıştır şarkı sizi, evet, yaralamıştır son bir dakikaya girerken. alttan alta fondaki sanayi tipi hazır ritim –kim bilir hangi yunanlı gencin içli bestesidir o kim bilir ahh!- coştukça coşmakta, siz ise son mısralara takılmaktasınızdır: “unutmadı daha yeni gideni \ unutmadı onu terk edeni \bekler hep onu sileni” hey gidi günler bea. giden, eden, silen bir mutfak robotu gelir aklınızda sizi ezip geçen, ama bu anımsama çok uzun sürmez. nakarattaki bir birine küsen çılgın dağların şarkının bütününde neye tekabül etmek zorunda olduğunu ister istemez alışkanlıktan sorgulamaya devam edersiniz. brechtien yabancılaştırmanın özünü kavramıştır mustafa, tedirgin kendi derdiyle boğuşurken.
siz ilginç figürlerle dans ederken o yarı hüzünlü, yarı coşku dolu 4 dakika 8 saniye çat diye, duygusal krişendonuzun orta yerinde biter. şimdi üzülmeli mi, yoksa sevinmeli misinizdir? bu konuda söylenebilecek çok şey yoktur. bir bilene başvurursunuz. benim bilenim de mütereddit olduğu için döner ve sorarım ona:
“usta, nedir yani şimdi? niye dinliyoruz bu şarkıyı biz, neden iyi geliyor böyle cozuttuğumuzda, üstelik türk pop müziği tarihinde yarattığı yıkıcı etkinin en az 150 yıl süreceğini düşündüğümüz mustafa sandal’ın gge’sinde bizi cezbeden, post-rock’tan, progressive rock’tan, blues’dan jazz’dan bizi alıp bu nemli hüzün diyarlarına atan nedir, söyle ne olursun yahu?”
mütereddit biten birasını yere bırakırken size bir süre bakar ve boş şişeyi yere koymasının ardından sol eliyle çerez tabağındaki son kaju’yu sinsice ağzına atar. sağ eli ise mouse’a, ordan oraya savrulmaktan yorulan minik imleç ise play listteki tek şarkının üzerine yönelir. mustafa sandal – gge.mp3’e gözü kara bir tavırla çift tıklar, hemen ardından da hayatınızın özeti olan döngüyü hatırlatan, o kendi kıçını kovalayan oka tıklar. çünkü her daim öfkelenecek bir şeyler bulmakta hiç zorlanmayan insanlar vardır. hayatı dahil olduğu familyadaki herkesten daha yoğun yaşar bu insanlar.
Sleepmakeswaves / Tangled Thoughts of Leaving - Split
İyi ama, bu durum, bu tip bir albüm için iyi bir şey mi? Ve eğer iyi bir şeyse kim adına iyi? Açıkçası albümün %40’ını oluşturan ikinci kısmını ilkinden daha fazla sevdiğimi söylemem gerek. Tangled Thoughts of Leaving’in piyanonun hakim olduğu, yer yer progressive rockla ciddi münasebetlere giren, jazz'a Esjbornyen noktalarda temas etmekten çekinmeyen ve post-rock’ın muğlak sınırları içine bir girip bir çıkan ve ve ve her hamlesinden sonra kendine yeni hudutlar belirlemek isteyen sound’unu sevmemek, bu sound’un barındırdığı garip tınıların geleceğe dair umut verdiğini söylememek güç. Sleepmakeswaves’in daha çok ‘başkalarını andırmak’ köprüsü üzerinde gidip gelen parçalarının en büyük talihsizliği de Tangled Thoughts of Leaving ile aynı kartonetin altına sığınmış olmaları. Zira içinde bulundukları medya onları dinleyenleri kıyaslama yapmaya mecbur bırakıyor. Lakin, Split’in “A Vexing Predicament” ile önünde çatallanan yolda farklı coğrafyalara yelken açmayı tercih eden ve “The World Is a Deaf Machine”e gelindiğinde mecburi kıyaslamalar yerini (loopları saymazsak sadece) 15 dakikalık, tanıdıkça daha da merak edilen biriyle tanışmayı andıran keyfe bırakıyor. Kısacası, Split’in bir ruhu varsa onu Gallerden aldığını söylemek çok da yanlış olmayacaktır.
8 Ağustos 2009 Cumartesi
Coconuts of Rosiemarry
5 Ağustos 2009 Çarşamba
Cut The Crap!
Yaz mevsiminin gelmesiyle çevresindeki tanıdık tanımadık her bünyeye hasıl olan ve çoğu zaman anlamlandırmakta güçlük çektiğim nedensiz neşeden rahatsız olanlardan mısınız? İklim normallerinin bedeninize musallat ettiği bunaltıcı nemli havadan acilen kurtulmayı mı arzuluyorsunuz? Tüm bu olan bitene karşı elinizden hiçbir şey gelmiyor mu?
Crippled Black Phoenix henüz evlere servis yapmıyor, ama yine de 200 tona kadar kötü şansı size kısa sürede kargo yoluyla ulaştırabilir, balkanlardan acilen gelmesini beklediğimiz soğuk hava dalgasını başka bir yönden, altında sanatlarını icra ettikleri gökkubbelerinden eksik olmayan yağmur bulutlarına iliştirip, taa İngiltere’den buralara yollayabilirler. Hatta durun, (yalnız olmadığımı varsayarak devam ediyorum) muhtaç olduğumuz yardımı bize çoktan ulaştırdılar bile!
İşte, tam da bu nedenle 200 Tons Of Bad Luck hakkında bir şeyler yazmak kendi adıma çok zor, zira beni kurtaran bir albüm hakkında etkilenimlerinden, çıkış noktasından ya da bir review’un olmazsa olmazları nelerse onlardan söz eden bir yazı yazmak gelmiyor içimden. “Burnt Reynolds”ın startı vermesinin ardından 9. parçaya vardığınızda duyacaklarınızdan da söz etmek istemiyorum hiç. 444’ün çarpanlarından söz ederek, ‘ne saçmalıyor bu be’ demenizi sağlayacağım sadece: 1, 2, 3, 37, 222 ve 444 vesaire…. Yapmacık şeyleri hakikatin yerine ikame etmeye çalışanlarla, mevsim normalleri nedeniyle etrafı sarıp sarmalayan parlak güneş ışığı altında durmadan ‘iyi şeylerden’ söz etmek isteyenlere göre bir albüm değil 200 Tons Of Bad Luck. Özellikle çarpanlarıyla sizi meşgul ettiğim sayıyı kendisine isim bellemiş parçanın en sonuna bir kulak verin. Crippled Black Phoenix’in neden şarkılarına “endtime ballads” dediğini daha iyi anlayacaksınız. Ya da hiç olmadı, şu yaz aylarının yapış yapışlığından bir albüm boyu da olsa kurtulmuş olacaksınız. Az mı?
4 Ağustos 2009 Salı
I live among the creatures of the night!
Kenan Evren'in cehenneme yaklaştığı şu günlerde insanın 80'leri anmaması olmaz. Bu on yıl, tartışmasız Türkiye tarihinin en büyük kırılma süreci olmuştur. Kırılma kelimesi ifade etmekte sıkıntı çeker hatta çoğu zaman, başka bir kelimeye ihtiyaç duyarız. Yarık gibi, yarılma gibi. Hakikaten de öyledir: bir toplumun bütün pratiklerinin, düşünüş biçimlerinin, hayata bakış açılarının ve korkularının tek kelimeyle dumura uğratıldığı bir darbeden sonra dönüşen hayatlar... Ne dense eksik kalır, hiç bir analiz bu yarığın etkisinin bilgisine erişemez.
Ancak 80'ler ve bir dönüm noktası olarak 1980 tarihi yalnızca Türkiye için değil, bütün dünya için böylesi bir anlam taşır. Belki bizdekinden az, belki çok; ama dünyanın -Foucault'nun deyişiyle- "episteme"si 80'le birlikte başkalaşmamışsa, buna bir milad olarak başka bir tarih bulmak çok güç olur. 80'lerin getirdiği en temel şey insanları yürüdükleri sokaklardan püskürtüp güvenli yerlere sokmak, onlara her an korku malzemesi olarak sunulacak yeni aygıtlar yaratmak ve onların artık başka türlü düşünüp hareket etmeleri, bunu da daha iyi bir tebaa olmaları için zorlanmalarıyla özetlenebilir, benim gözümde. Biraz da bu son dediğim yüzünden muhafazakarlığın neo-liberalizmle birlikte bütün dünyayı salladığı, İngiltere'deki meşhur Thatcherizm, Amerika'daki Reagan'la cisimleşen politikalar ve bütün Avrupa'nın sistem karşıtı politik hareketlilikten içe dönüklüğe ve nihilizme kaydığı bir 10 yıldır bahsettiğimiz.
Ancak, dedim ya, o kadar çok şey değiştirmiştir ki bu 10 yıl, bunu "muhafazakarlık" etiketiyle adlandırmak bana biraz kolaycılık gibi gelir. Muhafazakarlık, politik yelpazenin bir parçası olarak anlam kaybına uğrar böylelikle. Halbuki 80'lerle yaşanan şey bir devrim olmasa da, baş döndürücü bir reformist hareket değil midir? İşbu halde özellikle "Iron Lady", neo-victorian Margaret Thatcher'a havale edilen cinsel özgürlük hareketleri de bu reformizmle birlikte 90'ların ortalarına kadar yeraltına çekilmiştir. Reformizm işin bu kısmında zaten. Mecbur kalınan çekilme, beraberinde yeni taktikleri getirir. Ne iktidarın cinsel özgürlüğü 60'lar ve 70'ler boyunca sürdürme isteğinde, ne de genç kitlelerin istediklerini almaları konusunda bir değişim olmamıştır. Olan şey, yöntemlerin değişmesidir. Baş döndürücü ne varsa, 80'ler boyunca ve sonrasında, bu reformizmden kaynağını alır ve hayatta kalır.
Bu yüzden cinsel arzunun doğrudan ifadelendirilmesiyle ilgili her türlü söylem ya yeraltına girmiş (örneğin pornografi sıfatıyla yaygınlaşmış, buna mukabil üstü siyah kaplarla kaplanmış) ya da söylem şifrelenerek ve arzular simgeselleşerek varlığını sürdürmüştür. Bugün yalnızca cinsellikle ilgili "özgürleşme" hareketleri için değil, bütün iktidar-karşıtı hareketlerde '80 öncesine dair çok sık rastlanan muhalif nüveyi 80'lerin o ezip geçmiş temizlik ve yarma harekatına rağmen görebiliyorsak eğer, bunun için bu 10 yıldaki geri-çekilmede yaşanan her türlü taktiksel hamleyi kutsamak gerekir.
80'lerin "havasını" en iyi özetleyen ve bunu neredeyse tek başına yapabilen, Laura Branigan'dan bildiğimiz Self-Control, bu açıdan bakarsak bence çok iyi bir "sample"dır bizim için. Yalnızca müziği ve sözleriyle değil, videosuyla da bunu gerçekleştirir zaten. İtalyan bir kızın ağzından dinleriz bu şarkıyı, New York'ta geçer klip ve parça da İngilizcedir. 80'lerle birlikte darmadağın olmuş bir "gençliğin" bir araya gelişi vardır en başta. Müzik 80'ler için tipik bir soundu barındırır ancak tipik olmasının nedenlerinden biri "otantik" oluşudur: 1984 çıkışlı bir parçadır zira bu ve ardıllarını etkilemiştir. Sözler "geceye övgü" - "gündüze aldırış etmeme" temalı bilindik bir yeraltı edebiyatı hilesiyle açılır. 80'lerin o bahsettiğimiz iktidar anlayışının insana sürekli "bir şeylere karşı tetikte olması" yönünde verdiği vaaza aldırış etmeden, geceye övgü "no control" ile ve hemen ardından "self-control"ün arzulanan kişiye emanet edilmesiyle daha da yüceltilir.
Gecenin içerisindeki yaratıklar, klipte de görüleceği gibi, arzularını kamçılayan, saçlarını ve bedenini okşayan, klipteki ürkek kadını aslında arzuladığı kişiye hazırlayan hayali varlıklardan başka bir şey değildir. Bu 80'ler öncesinde şifrelenmeye gerek görülmeyen bir ifade iken, 80'lerin bunu nasıl bir anlatıma çektiği burada çok rahat görülmektedir. Ve işin bir başka kısmı: Şarkıcı bu sözleri söylerken yani "I, I live among the creatures of the night!" derken, nakarata da başlamış olur. Nakarat bir parçanın en can alıcı kısmıdır, en çok hatırlananıdır. Herhangi bir nakarat, aslında bir propaganda malzemesidir. 80'lerin Thatcherizm karşıtı propagandası da işte böyle mecazlarla yüklüdür.
Negri, İmparatorluk'ta Jerry Rubin'den alıntılar: "Yeni Sol Elvis'in kıvrak kalçasından doğdu." İşte onu, yeraltına gitmesine rağmen yaşatan da gecenin içinden çıkıp gelen ve sürekli şifrelenerek gösterilmek zorunda kalan bu yaratıklardır. Tıpkı Michael Jackson'ın dans eden zombileri gibi... Bir kuşağın demir gibi, proleter bir ifadeyle "balyoz gibi" arzuları, onları söndürmeye çalışan iktidarlara karşın kendilerine bir kap hep buldular ve hep yaşadılar. Bunu da bilhassa, 80'lerin popu yaptı.
30 Temmuz 2009 Perşembe
Jane B
Rahatsızlık veren müzikler ve bende yarattığı tepkimelerden yola çıkmıştım Jane Birkin’le ilgili konserden evvelki yazıda. Konser sonrası sessizliğimde taşıdığım yüklü bir duygusallıkla çıktım konser salonundan. Rahatsızlıklar ve bendeki yansımaları birer birer açığa çıkmıştı konser salonundan çıkarken. Küçük-büyük her hayatın ufak-tefek dönüm noktaları vardır hatırda kalan, pis pis benim dönüm noktalarım da belirmişti belleğimde.
Jane Birkin sahneye çıktığında 63 yaşındaydı ve hala her gördüğüm kadından hala daha güzeldi, onu son kez alkışlarken ise ben 63ümdeydim ve az önce o kadının hissettiklerinin önemsiz bir kısmını bile onunla paylaşmak için nelerimi vermezdim. 63ündeydi ve sesi o hep aynı sesti. ikna edici, yumuşak olabildiği kadar kararlı da olabilen bu ses, bir önceki yazıda düzdüğüm tüm iltifatların hakkını o gece fazlasıyla verdi.
Jane Birkin sahneye çıktığında kuvvetli bir kimyasal madde etkisindeydi. Gülümsemesi ele veriyordu, sözleri ele veriyordu. En çok da duygusallığı ve seyircisine karşı aşırıya kaçan minnettarlığı. İngilizce-fransızca arasına atlayarak konuşuyordu, o yüzden her anlattığı hikayeyi anlayamadım. Fransız Pop’unun altın yıllarının bu toz kokulu hikayelerinden anladığım kadarıysa beni konser sonrası büyüleyip yollamaya yetmişti. Evet, kafası sahnenin en az 500 metre yukarısında bir yerde sallanıyordu. Bize baktıkça (konser boyunca elinden geldiğince seyirciyle göz teması içindeydi) kimbilir kimleri görüyordu... Uyuşturucuyu savunmak gibi olmasın ama 60ların idollerinden biri olan bu hatun kişinin o yılları bu şekilde temsil etmesi bana oldukça yerinde geldi.
Yeni şarkıları ağırlıktaydı tabii, onlardan bahsederken de oldukça açık sözlüydü. “Müziysen olarak yetersizliğim ve ritm duygumun olmayışı herkesçe bilinir ve bugün geldiğim noktayı bir sürü inanılmaz besteciyle çalışmama borçluyum” deyip, yeni albümde kendisinin yazdığı sözlerle yapılan şarkıların bir nevi ilk defa kendi ayakları üzerinde durma çabası olduğunu anlattı.
İlk dinlediğimin hemen ertesinde 15 kere daha dinlediğim, Arabesque albümünün “B side” şarkılarından “Fuir le Bonheur de Peur Qu'il Ne Se Sauve” çalarken nerelere gittiğimi kelimelerle anlatmam çok zor. Bunun için o şarkı eşliğinde sarhoş olduğum her akşamı teker teker anlatmak zorunda kalabilirim...
Gainsbourg’un dehasına hakkını veren ve onu Boudeliere’den sonra Fransa topraklarının yetiştirdiği en büyük yazar olarak atfeden bir sunuşun ardından “exercice en forme de z”i söyledi ve “sous le soleil exactement”, “Ex Fan de 60’s” gibi hitler dahil olmak üzere bir düzine Serge Gainsbourg bestesini konsere serpiştirdi.
Konser çıkışı gözlerim ayaklarımın altından simetrik biçimde kayan kare sokak taşlarına kitlenmiş yürüyordum. Hayatı daha ciddiye alarak yürüdüğümü farkettim. Ağır bir hüzün tortusu sinmiş kulaklarıma aldırmadan gülümsemeye başladım. İnsanın kendini içine sıkıştırdığı binlerce minik soyut hücreden kilitlere elimi sürmeden çıkmıştım. Hayatı ciddiye alıyordum ama insanların yarattıkları efsanevi soyut olguları değil, gerçek herşeyi ciddiye alıyordum. Mesela bir şarabın mantarını, cebimdeki bozuk paraları, nabız atışlarımı ve hatta gölgemi bile ciddiye alıyordum!
60’lar ve 70’ler her türlü abartısına ve süsüne rağmen, bana hep kendi zamanımdan daha doğal gelmiştir. Belki de benim doğam o çağlara daha yakındır. Bilemiyorum. Ama biliyorum ki, o gecenin bana anımsattığı ve anımsadıkça içimin burkulduğu her an beni tek bir sonuca götürmüştü. Hayatı, yani beş duyumun bana sunduğu mucizeyi ciddiye alıyordum.
Eminim benden önce nice önemli kişi, beş duyu dışına çıkan olguları algılayamayacağımızı ve algılanamayanın anlamsız olduğundan bahsetmiştir. Ben de böyle düşünüyorum ve beş duyuma kulak vermemi sağladığı için Birkin’e ve ona sahnede eşlik eden yaş ortalaması 25 olan gruba minnetlerimi sunuyorum. Herkesin Odyssey’i farklı şeyler olabilir. Benimkisi ise müzik. Derinlemesine bir yolculuğa çıkıp beş duyunun yalınlığına ulaşmamın bildiğim tek yasal yolu... Hele Fransız Pop’u olursa...
...C’est la vie Lily!
18 Temmuz 2009 Cumartesi
Fransız Usulü Tarhana Çorbası
6 Temmuz 2009 Pazartesi
Ready Able
Kanada’dan Newyork’a uçan uzun kanatlı bir martı gözüme takılıyor. Müzik birbiri içine giren elektronik tınısı ve melodik aksı ile bu şehri tamamlıyor. Vapur ilerliyor. Geçici evim olan üçyüzyıllık binanın pencerelerine takılıyorum. Şimdi uçabilirim. Eksiğim içimde tamamlanıyor. Bir şarkının içerisine sürüklenen her ne varsa dolduruyorum. Unuttuklarım mı beni böylesine sessiz yapan? Böylesine içime kapatan güneşin ellerimi yakan ateşi mi? Bu şehir mi beni kendisinden uzaklaştıran? Şimdi her şey eksiksiz. Şimdi hatırlıyorum. Büyülendiğim tarihi yazmalıyım: 5 Temmuz 2009.
Biraz daha müzik dinlemek istiyorum.
http://rapidshare.com/files/251124638/07_Ready__Able.mp3.html
19 Haziran 2009 Cuma
Uğur için...
12 yaşında 4 polis tarafından 13 kurşunla öldürülmüş bir çocuk. Katilleri, bağımsız ve en ülkede üst merci konumundaki bir mahkemenin meşru müdafaa gerekçesiyle serbest bırakılıyor.
Konuşamıyoruz, ağzımızdan tek bir kelime çıkamıyor; Alexis öldürüldükten sonra devletten hesap soran komşularımızı görüp böylesi bir örgütlülüğe iç geçiren bizler ancak ve ancak oturup bu komedyaya gülüyoruz. Uğur, 5 yıl önce 13 kurşunla öldürüldü. Devletin "bağımsız" her kurumu onun cesedine kurşun yağdırmaya devam ediyor.
Onu mezarının başında nöbet tutan 13 meleğe emanet ediyoruz...
11 Haziran 2009 Perşembe
Vlademir Totoshov'un Müziksiz Geçen Günleri
20 Mayıs 2009 Çarşamba
Tapınak
Marxist Clubber: Homurdanan Müzik Kutuları!
Öyle yazıyor yukarıda bir yerlerde, homurdanan müzik kutuları diye. Ama bir de bakıyoruz ki, yeni açılmış bir blog ve hevesle yeni yeni postlar girilmesi beklenecekken, tuhaf iş: nasıl da sessiz kalıyoruz.
Elbet herkesin kendine ait bir hayatı var ve bu hayatlarda yoğunluklar var. Yine de bütün bu "sessizlikleri" yoğunluklarla eşleştirmek ne kadar doğru? Bana öyle geliyor ki, homurdanan müzik kutuları olmanın yanısıra, belki de daha çok tembel, suskunluklarıyla (ve elbet bu suskunluklarında dinledikleriyle) kendilerini iyileştirmeye çalışan bir kaç keyif pezevenginden başka birşey değiliz!
Yazmıyoruz bazen, çokça sessiz kalıyoruz ama bilin ki bu süre içinde bir tapınak aramakla geçiyor vaktimiz. Bu gündelik hayatın yoğunluğuna paralel çizilmiş bir "out-of-body experience"tır aslında. O tapınağı aramak, bulmak, bulduğumuzda müziğin sesini sonuna kadar açarak tapınağın içine doluşan bütün o "ses"in zorunlu kıldığı ritüelleri gerçekleştirmek ... Çokça yanıyor içimiz, herbirinizinki gibi; hiçbirinizden fazla değil yaramız ve en az herkes kadar onları iyileştirmeye ihtiyacımız var.
Susuyoruz, dansediyoruz, düşünüyoruz; tapınağımızda, "yaralarımızı iyileştirdiğimiz yerde" nefes alıyoruz.
God is "definitely" a DJ
All races, all colours, all creeds
Got the same needs
And ignorance leads to pain
Feeds the flame
International shame on a global scale
- People living in hell...
What's that smell?
I ain't talking about the poor
But the rich
You can have everything you want
And life can still be a bitch
- Which just goes to show that
If you don't let go of your ego
You'll never know what peace really means...
All your dreams lose magic
And become speed teams of devils
And shovels digging levels so deep
They only surface at night,
Smile at you while you sleep
They just keep on...
And you can never rest
Like a big dark secret
Keep it close to your chest
Because you wanna impress, make moves
- Nothing less than the best will do...
Don't care who you screw
And you got the nerve to wonder
What the world is coming to?
12 Mayıs 2009 Salı
Nasıl Olmuşsa Bütün Bu Olanlar
Nasıl biz bu kadar duyarlı olmuştuk. Edip Cansever’in “Mendilimde Kan Sesleri” şiirinin bir Ahmet Abi’si vardı, o da çok duyarlıydı. Nasıl olmuşta jenerasyonlar arasında, derin bir darbeyle öldürülmüş o duyarlılıktan nasiplenmiştik? Nasıl olduysa olmuştu işte.
Nasıl anlatılırdı başka bu konser bilemezdim. Bilemezdim, aynen o günkü hissettiklerim olmasaydı ve bana müziği böylesine yaşama fırsatı vermeseydi. Pazar Pazar, önceki günden duvarlara pırpır çarpan heyecanımı yansıtsın, gözlerimdeki derin önemi vurgulasın diye kravatımı taktım, ama emocu gibi sarkıtarak değil sıkı sıkı bağlayarak taktım evden çıkmadan. Bir sirke gidiyordum ve bunu asla mecazi anlamda söylemiyorum. Bula bula şehirde bir sirki bulmuşlardı konser için.
Haftalar önce en vurucu şarkılarını özenle derledim ve mp3 halinde bir arkadaşa verip ayarttım onu. Beş defa da sordum “Emin misin gelmek istediğine?” diye. Nereye gittiğini bilmiyordu oysa ki, aynı şu anda siz gibi. Benimse adımlarım oldukça emindi.
Yurtdışında yaşıyorum ve aslında şikayetlenecek pek bir durumum yok, hayattan şikayetlenen insanlardan da açıkcası pek hoşlanmam. Konser öncesi günlerde yurtdışında yaşamanın zorlukları biraz kasıtlı olarak, birazda tesadüfen üstüste gelmişti ve ben konsere özlem ve isyanla karışık bir duygusallık içinde gittim. Nasıl olmuşsa bir şehir ve içindeki ruhlar, beni bu kadar zorlamıştı, ait olamasam da kendi ritmine katmıştı ve ben de tam bu kısmını kendime yediremiyordum.
......
Ah güzel Ahmet Abim benim
insan yaşadığı yere benzer
O yerin suyuna, o yerin toprağına benzer
.......
Konser sahibine gelince, nasıl olmuşsa olmuştu, böyle biri kalpleri soğuk, çeneleri dik adamların diyarı olarak bilinen Britanya’da yetişmişti. Zamanı geldiğinde de, iyi etmişte New York’a yerleşmişti –ki müziği ve çevresi olgunlaşmıştı. Yaşadığı zorluklardan mı yoksa büyücek bir kalpten mi nedir aşırılık haddinde duyarlı olmuştu...
Bizim coğrafyamızdaki değerlerimiz ve o doğrultuda şekillenen yetiştirilişimizden farklıdır bu aşırılık. Bizim için mütevazi olmak, aşırılıktan kaçmak ve herşeyi kararınca yaşamak makbuldür. Kendimde de bulurum zaman zaman bu erdem ve kısıtı. Sanata gelince ise ben burada bir parantez açma taraftarıyım. Sanat, zihnin arka bölmesindeki odanın içindekilerin tasarlanıp, zihnin önündeki odada, duyularımızın frekansına uyarlanmasıdır. Bu noktada kaçılmış aşırılık kabul edilebilir, ne de olsa mesaj onlarca süzgeçten geçip varacağı noktaya ulaşacaktır. Ben sadece şunu sordum o gecenin sonunda; anlaşıldığı üzere aşırılığa göz yumarım ama bunca doğal ve suni süzgeçten geçen şey nasıl olur da bana, bu kadar ulaşıyordu? Nasıl olmuşsa, oldu.
Herşey hazırdı. Ben, kravatım, davullar, gitarlar, sahne ve tabii ki, aynalardan yansıyan hisleri paylaşmak için yanımda dikilen yakın arkadaşım.
Sirke girip yerimizi aldık. Baştan aşağı zombie makyajlı bir bayan sahne aldı. Ellerinde kemiğe benzeyen uzun metalik renkli çubuklarla insanın ensesini ürperten bir dans gösterisine başladı. Zaten çok da pozitif frekanslı bir mesajla, az sonra başlayacak konsere bizi hazırlayamazdı. Arkada çalan bol tekrarlı ama altyapısı iyi işlenmiş elektronik müzik sırasını kuş seslerine bırakırken, Antony Hegarty ve 6 kişilik The Johnsons sahneye çıktı. Gereksiz selamlama konuşmasına hiç yeltenmeden konsere yeni albümden üstüste çaldığı 4 şarkı ile başladı. O ara vermeden devam ettikçe, geç gelen veya bira almaya kalkan densizlere hiç kulak asmadan benim konsantrasyonum dahada derinleşiyordu. Birkaç kez arkadaşımı dürtüp “buradamısın, sanırım ben baya bir uzaklara gidipte döndüm“ dedim. Sessiz bir şekilde dinliyordu ve onunda aynı büyüde benzer bir yolculukta olduğunu farketmem beni mutlu etti. Yukarıda belirttiğim üzere aşırı derecede duygusal yoğunluk ve duyarlılık içeren bu anları, insanın kendi içinde tek başına yaşamaya mahkum olduğuna inansam da, birinin tanıklık etmesi bu tecrübeyi daha somut bir hale sokuyordu. O benim kafamın içinde dönenleri asla bilemezdi ve anlayamazdı ve ben de onunkileri, fakat benzer bir yolculuğa bir yandaşla çıkmak insanı daha cesaretlendiriyordu.
Yeni albümdeki şarkıları konser öncesi ezberleyemediğimden, yolculuktan kendime gelmem ve normal bir konser psikolojisine girmem ancak 5. şarkıda oldu. Notalar ve aşırı duyarlılıktan titreyen ses beynimde çok bilindik bir odaya teşrif ettiler ve “Cripple and the Starfish” e eşlik etmeye başladım... “It’ll grow back like a starfish” diye mırıldanıyot ve bunu yaşamış biri olduğumdan, içimden Antony’ye küfürler ediyordum. Hayatın gerçeklerinin zihnin odalarında yoğurulup melodilerle bize ulaştırılması her zaman takdir edilmelidir. Bu gerçekler eğer dinleyici tarafından da tecrübe edilmişse, okkalı bir küfür etmek bence kabul edilebilir. İlkgençliğinde Radiohead’den Creep’i dinleyip “bu şarkıyı ben yazmalıydım, neden bu p.. kuruları benden önce davranmış” diyen varsa bana bu konuda bana hak verecektir.
Kimse o konsere o kadar parayı şovmen izlemeye, gülüp eğlenmeye vermemişti. Tahminimce 1500 kadar kişi vardı içeride ve hepsi Antony’nin parmak uçlarının piyanoda dolaşmasına odaklanmıştı. Bizi selamlaması sanırım ancak 7. şarkıyı buldu. Hemen sirki nasıl seçtiklerini anlattı. Önce bir konser salonu ile anlaşılacakken, menajer’i “Bir de bir sirk var Münih’te” demiş ve o da hiç düşünmeden kabul etmiş. Sebebini hemen sonra söyledikleriyle bize anlattı ve sirkin kaç yıllık olduğunu seyirciye sorduktan sonra; “Sirk denince hemen diğer seçenekleri Oturduğunuz yerlerde nice insan kahkaha atmış olduğunu bir düşünün, nice çocuğun. Belki çocuk olarak burada o kahkaha atanlardan bazıları sizdiniz.” dedi. Nasıl olmuştu da her noktaya aynı duyarlılıkla yaklaşabiliyordu? Dahası, bu şehirden nasıl sirki hınca hınç dolduracak kadar duyarlı insan çıkmıştı? Önyargı çok çirkin bir inanmışlıktı ve bu konser beni biraz olsun bu yöndeki eğilimlerimden arındırmıştı.
Yeni albümün sarsıcı şarkılarının yanında, “You’re My Sister”, “Fistfull of Love” ve “For Today I’m a Boy”, “I Fell in Love with a Dead Boy” gibi eski hitlerle konserdeki kişisel yolculuklar, göz açıp kapayıncaya kadar geçti, gitti. Bense yeni albümdeki favorim Daylight and the Sun’ı ve yıllardan beri bir türlü sıkılamadığım Twilight’ı istiyordum ama BIS’de bile bu ikisini çalmadılar. Nasılsa, hayat devam edecekti ve en azından bana eve dönünce dinlenecek bir iki şey kalmıştı.
Arkadaşımla neredeyse hiç konuşmadık konser boyunca. Sonuna doğru, “For today I’m a boy” şarkısından sonra, şarkıda umduğu gibi güzel bir bayan olamamışsa da, Antony’nin yaşadığımız şu dünyanın az sayıda güzelliklerine dair birşey olmayı başarmış olduğunu söyledim. Bıraksa bıraksa, çatır çatır hüzün bırakırdı bu kadar Antony şarkısı üst üste, Fakat ben onun bunca yakaraşından sonra onun için de mutluydum. Bu kadar duyarlı olan birinin hayattaki güzellikleri de aynı duyarlılıkla görebileceğinden emindim. Bizim oturduğumuz koltuklarda bizden önce oturmuş olan çocukların sirki izlerkenki kahkalarını, muhtemelen ordaki birçoğumuzdan daha iyi duyumsayabilirdi.
Konser bitti, perde kapandı, ışıklar söndü. Doğal ve naif bir umutla, karanlığın gölgesinde yazılmıştı tüm şarkılar ve ışıklar sönünce hayattaki diğer herşey gibi anlamlarını buldular. Demin çıkmışlardı sahneye, nasıl olduysa hemen bitivermişti, açıkcası konseri bekleme dönemindeki tarifsiz heyecanım, bir buçuk saatin sonrasında biraz buruk kalmıştı. İçimde apağır bir bulutu ardlarında bırakarak sahneden indiler, öyle ki dudaklarım kurumuştu ve susuzluğuma sadece sert bir içki iyi gelebilirdi. O bir buçuk saat, unutamayacağım anlar arasında yerini aldı.
Nasılsa kendimi yatağımda buldum. Nasıl olduysa tavanımda yıldızları seyrediyordum. Nasıl da denk gelmişti hayatıma dair herşey ve (yaşamın bütünlüğünde aynı zamanda önemsiz ve unutulmaz olacak) hislerim konser tarihine bu kadar yakışır bir hal almıştı. Ve nasıl da aklımda dönüyordu o şarkı. Nasıl da kendimi tamda o şarkıdaki hislerin aynılarını hissetmenin yüceliğine uygun görme cüretinde bulunabiliyordum?
......
We live together in a photograph of time
Now I look into your eyes
And the sea is opened up to me
......
Güzelliklere duyarlılık ve bir güzelliğin bir diğerine değmesine hislenmekten hoş ne olabilirdi?
Ama
......
Ahmet Abi, güzelim, bir mendil niye kanar
Diş değil, tırnak değil, bir mendil niye kanar
Mendilimde kan sesleri.
......
p.s. Yazıdan bağımsız olarak, albüme dair de bir iki laf etmek istedim... Yeni albümü diğerlerine nazaran kesinlikle daha olgun olmuş. Bir sürü sevdiğim grup/müzisyen gibi Antony and the Johnson’s da ilk 2 albümlerindeki iddialı şarkılara yoğunlukla yatırım yapmışlardı ve böylece ilgimi çekmişlerdi. Aynen o sevdiğim diğer gruplar/müzisyenler gibi bu son albümlerinde (ki bence olgunluk dönemi albümleridir) ise tüm şarkıları üst düzey bir müzikal düzlemde yaratıp, melodi zenginliğini olabildiğince eşit olarak yaymışlar. Çoğul sözediyorum ama tüm şarkılar Antony’nin kendisine ait ve şarkıları sözettiğim şekilde yaratmanın yanında, kendine özgün yorumu ve daha fazlasını hayranlarının beklentisi doğrultusunda ortaya koymuş. Benim gibi, o hüzünlü sesi Coco Rosie’nin Beautiful Boyz’unda sevmiş iseniz, The Crying Light albümünü edinmenizi şiddetle tavsiye ediyorum!